Folklor, jüri ve askerlik dersi
Her yıl bugünlerde okullar arası halk oyunları yarışmaları sırasında hüzünlenir dururum içten içe. Bu yıl da Yüksekova Haber’deki folklor yarışmalarının fotoğraflarına bakarken öyle oldu. Adı folklor yarışması ama Hakkari folklorun f’sine dahi rastladım mı, orası meçhul. Şimdilik bunu bir kenara koyup bir anımdan söz ederek yazıma başlamak istiyorum.
80’li yılların başıydı, insan hayatı pamuk ipliğine bağlı denecek kadar sıkıntılı dönemler. Hakkari’de SEKAV suyunun kenarında bulunan YSE tesislerindeki odamda otururken aniden kapı açıldı. Müstahdemimiz ve iki inzibat kapıda belirdi ansızın.
Müstahdem beni göstererek; “Aha Enver Özkahraman budur” dedi. İnzibatlar gayet sert; “Alaydan, komutanımız sizi götürmemizi emretti” dedi.
“Buyurun bir çay içip öyle gidelim” diyecek oldumsa da inzibatlar sert bir şekilde itiraz ettiler, biri bir yanıma ötekisi diğer yanıma girerek beni kapıdan çıkardılar.
Sert davrandıkları için bir terslik olduğunu hissediyordum ama bunun bir tutuklama olup olmadığına bir türlü karar veremiyordum. Öyle böyle derken YSE’den çıktık ve Kıran Mahallesi yokuşundan tırmanmaya başladık. Birkaç kez kaçmaya niyetlendimse de içimden bir ses, “Sakın kaçma, tutuklama şekli böyle değil, sabret” diyordu. Ama bazen de suçsuz yere tutuklananların sayısını düşünerek tereddüt etmiyor değildim. Durumu anlamak için inzibatları konuşturma çabalarım da neticesiz kalmıştı ki Jandarma Alay komutanlığının binasından içeri girdik.
İnzibatlar bir kapıyı çaldılar, tekmille beni içeri alıp kapıyı kapattılar. Odadaki yüzbaşı birkaç dakika önündeki evraklarla meşgul olduktan sonra, hiç yüzüme bakmadan yanıma geldi ve tokatları yumrukları sıralamaya başladı.
Bir taraftan vuruyor, bir taraftan da bağıra bağıra; “Barzani’nin piçleri! Atatürk’e ve bayrağa karşı çıkacak kadar oldunuz mu leen?” diye söyleniyordu.
“Komutanım ne bayrağı, Ne Atatürk’ü?” diyecektim ki daha ilk kelimemi tamamlamama fırsat vermeden makine gibi yumruklar tekmeler gelmeye başladı. İçimden “Sabırlı ol, dik dur, yıkılma biraz sonra yorulur” diye geçirdim ama yıkılmamak için de kendimi zor tutuyordum. Yumruk ve tokatlardan ziyade bacaklarıma yediğim potinler beni perişan etmişti. Ağlamamak ve ayakta durmak için kendimi zor tutuyordum.
İnsan bir müddet sonra alışıyor, yüzü gözü uyuşuyor, acı duyamıyor ve hatta bildiğiniz kanı donuyor. Bu küfürlü ve dayaklı fasıl ne kadar devam etti tam hatırlamıyorum ama komutan dayak atmaktan yorulmuş olacak ki kabasını masaya dayayıp, küfür fermuarının yenisini peş peşe sıralamaya devam ederken, bir boşluğunu bulup; “Komutanım, Atatürk’le bayrakla benim ne alakam var ki?” diye cümlemi tamamlama fırsatı bulmuştum.
Yine hiddetlendi, yanıma gelip yumrukları tokatları sıralamaya başladı. Bir yandan da; “Bak hala itiraz ediyor. Ulan gözlerimle gördüm Jurideki kağıdını. Çocuklar bana getirdiler. Ayyıldız ve Mustafa Kemal diye puanlarını yemişsin çocukların! Hain adam! Bir de utanmadan inkar mı ediyorsun?” deyiverdi.
Bu cümleleri duyunca sevinmiş, gülümser gibi olmuştum ki yine yumruklar ve küfürler yağmaya başladı!
Sonunda dayanamadan öfkeyle komutana dönerek; “Komutan komutan, o dediğiniz Mustafa Kemal değil, Milli Kokartın “M” si ile “K”sidir” dedim.
Komutan bir an duraksayarak yüzüme sert sert baktı. Yüzündeki tuhaf ifadede şaşkınlığını gizleyemiyordu. “Olsun, ha Mustafa Kemal, ha milli kokart ne fark eder? İkisine de karşı olmak hainlik değil mi?” dedi.
“Fark eder komutanım, fark eder” diye çıkıştım. “Ben ne Mustafa kemal’e karşıyım, ne de milli kokarta. O sizin dediğiniz öğrenciler hak etmedikleri halde Ayyıldızlı Milli Kokartı takmışlardı. Ben de abarttıkları için beş puanlarını kırmıştım” dedim.
“Takıp takmayacaklarını sana mı soracaklarmış? G.tü b.klu fotoğrafçı parçası” diye kızdı tekrar. “Bırakın birkaç cümle konuşayım haksızsam beni tutuklayın” diye devam ettim konuşmama.
“Zırvala” diyerek konuşmama izin verdi.
“Hayır bana sormayacaksınız tabii ki, yasalar, yönetmelikler var bu konuda. Mesela, sizin mensubu olduğunuz Alay komutanlığı sancağına bu kokartı takabiliyor mu? HAYIR. Ama Türkiye’de yalnız Kore’ye ve Kıbtıs’a giden birlikler sancaklarına Milli kokartı takabiliyorlar. Benim bildiğim kadarıyla bugün Türkiye’yi dışarıda temsil ettikleri için SİLİFKE ve TRABZON’un AKÇAABAT FOLKLOR ekipleri takabiliyor yalnızca komutanım” dememle beraber zat-ı muhteremin surat ifadesini görmenizi çok isterdim.
“Vay vay vay! Neler de biliyormuş benim fotoğrafçı parçası” diyerek renkten renge bürünen yüzünün şaşkınlığını gizleyemiyordu. Sert bir şekilde bana sandalyeyi göstererek; “Otur hele şuraya! Ben lavaboya gidiyorum” dedi ve odadan dışarı çıktı.
Biraz sonra kapı açıldı ve askerin biri elinde çay bardağı ile içeri girdi. Önümdeki sehpaya bıraktı çayı usulca, “Geçmiş olsun hemşerim” diyerek kapıdan çıktı.
Komutanın odayı terk etmesinin üzerinden henüz üç beş dakika geçmesine rağmen bana aylar geçmiş gibi uzun gelmişti zaman. Odanın kapısı yine açıldı ve komutan içeri girdi. Ayağa kalktım, eliyle omzumu bastırarak, “Otur otur!” diyerek masasına geçti.
Ve başladı; “Devlet büyüktür, devlet babadır, devlet hem döver hem sever” nasihatlerini sıralamaya.
Bir ara gözyaşlarımı tutabilmek için harcadığım azami çabayı inanın anlatamam. Kapıdan çıkınca da bu olayın burada kalmasını sıkı sıkı tehditvari tarzla, tembih ederek ve elimi sertçe sıkarak beni yolcu etmişti.
Kırandan iniş aşagı kanatlanıp YSE’deki odama nasıl topallamadan koşar adım gittiğimi inanın anlatamam. Arkadaşlarım beni sanki kırk yıl ayrı kalmışçasına bir özlemle kucakladılar. Benim için haklı olarak endişelenmişler. Yüzümün kızarıklığından ve neşemden şüphelenerek gözlerimin içine ısrarla baka baka sorular sorsalar da konuyu geçiştirmeğe çalışmıştım.
Ancak mesai sonrası doğru eve gitmiş, durumu eşime anlattıktan sonra ağrı ve sancılara hapsettiğim göz yaşlarımı boşaltmıştım.
* * *
Gelelim olayın iç yüzüne;
81 veya 82 yılının kış günlerinden bir cuma günü, akşam üstü Hakkari Milli Eğitiminden Uğur Sıtkı Bey’in İmzası ile ilk ve orta dereceli okulların halk oyunları yarışmasında juri üyesi olmam doğrultusunda yazı almıştım. Malumunuz koyunun olmadığı yerde keçinin Abdurrahman çelebisi misali…
Halk Eğitim Müdürlüğü’nün birkaç metrekarelik salonundaki Juri masasına oturmadan önce, Milli Eğitim camiasından arkadaş bildiğim bir zat kulağıma eğilerek; “Yeğenin falanca okulun folklor ekibindedir, haberin olsun. Onları birinci görmek istiyorum” demesin mi?
Ben de, “Burada yarışacak çocuklar hepimizin çocuğu, ayırma kayırma yapmam mümkün değildir abi” diye cevap vermiştim.
Suratı ziyadesiyle asılan Milli Eğitim neferi, ses çıkarmayarak yanımdan ayrılmıştı.
Yarışmalarda da o arkadaşımın çocuğunun bulunduğu okul ekibinin tamamı hak etmedikleri halde, çalıştırıcılarının yalaka tutumu nedeniyle Ayyıldızlı Türkiye kokartı takmışlardı.
Ben de bu ekibin değerlendirme kâğıdındaki abartılar hanesine “Ayyıldızlı M.K.”yazarak beş puanlarını kırmıştım. Sonradan öğreniyorum ki arkadaşım olan zat, benden hıncını almak için öğrencilere o okulda askerlik dersine giren komutana beni şikâyet etmeleri doğrultusunda öneride bulunmuş.
Komutan da benim dayak faslımdan sonraki derste öğrencileri azarlayarak. “Ulan beni kışkırtarak g.tü b.klu bi fotoğrafçıya mahcup ettiniz. Bu konu burada kapanmıştır” diye söyleyince bu defa da olan bitenle yetinmeyen arkadaşım bir müddet sağda solda; “Bakın Enver Özkahraman bayrağa ve Atatürk’e karşı olduğu halde onu tutuklamadılar” diye kendince devlet yanlısı olduğumu iddia ederek konuşmaya devam etti. Ta ki fırsatını bulup ağzının payını verinceye kadar.
Anlayacağınız kurallara aykırı diye kırdığım 5 puan ile ne vatan hainliğim kalmıştı ne de devlet yanlılığım o dönemin Türkiye’sinde… Sizce çok bir şey değişmiş midir aradan geçen bunca yıla rağmen?
O günün şarlarında Jüri masası. Zaten önceden teksirlenmiş yarışma kıstasları juri üyesinin önüne konuyordu. Üye ise “Artı “ ve “esi”lerle bir takımı değerlendiriyordu. Tabi herkes kağıdınızı ve vermiş olduğunuz puanları rahatlıkla okuyabiliyordu.
Yağcı yöneticiler en ufak bir etkinlikte bile bir köşeye bir masa koyup, masanın üzerine bir bayrak bir Atatürk büstü koyarak bağlılıklarını beyan ediyorlardı. O gün Halk Eğitim Müdürlüğü’nün küçücük salonunda da bu köşe hazırlanmıştı. O günden bugüne de pek değişen olmamış, şimdi ise Cuma günü amirin gideceği caminin ön safları belirliyor yağcılığı.
O gün birkaç metrekareden oluşan Halk Eğitim Müdürlüğünüm salonu tıklım tıklım doluydu.
O gün Kesrevanı ve lewendisi ile Hakkari Folklorunu iyi temsil eden, Müftüoğulları’ndan bir kızımız.
O gün bu ekibe de kuşaklarından ve elbiselerinin renginden dolayı eksi puanı verdiğimi hatırlıyorum. Yöneticileri yüksek sesle “Bayrağın renklerini seçtik” demişti. Zaten Hakkari folklorunda böyle bir kural olmadığı gibi bellerindeki “Pıştbênik”leri doğum yapan kadınların taktıklarını ve hala bugün bile Hakkari’deki çalıştırıcıların “Piştbênik”leri kullandıklarını görüyorum. Ben bugün bile bundan dolayı puan kırardım.
O gün Halk Eğitim Müdürlüğü’ndeki muhteşem bu sahnede bir okulumuz hünerlerini böyle sergiliyordu.
O günkü Hakkari’nin davulcusu ve elbisesi hala bugün bile aynı. Davulcumuz ve zurnacımız aynıydı ve tüm ekiplere onlar çalıyordu. Zurnacının hoşuna gitmeyen (Harçlıkları eksik veren) ekiplere zurnasıyla yersiz “Zort”lamalarını ben zaten kaale almamıştım. Çünkü başka seçenek yoktu. Ama bugün Şemdinli ekibinin gerçek folklorunun bir parçası olan “duzele-pike”si yanlış notayla bile çalınsa benden tam not alacağı gibi. Hakkari ekiplerinden her hangi biri devrimci cesaretini gösterip Hakkari’nin gerçek folklorü olan “Stranên dawetê” ile oyunlarını sergileyebilecekleri günler olacak mı acaba?