Çel - Çukurca (1)
Kürtçede Çel iri kayalık, taştan tepe demektir. Çal ise çukur demektir..Konum itibarıyla da Çel, dik , iri kayalara oturtulmuş, Irak sınırına sıfır bir ilçemiz.
Çel Türkçeleştirilirken niçin Çukurca denilmiş bilmiyorum, ama bildiğim bir şey varki Çal ile Çel biribirlerini tam tersidir. Ben Çukurcaya Çal demektense, Çel demeyi tercih ederim..Coğrafik yapının insan karakteri üstündeki etkisini bildiğimden de, Çellilerin Çel’i gibi ne kadar sert ve dimdik olduklarını gördüm.. Tıpkı Ziyanışlı, Bılecanlı, Ertoşlu, Heşetli Talısanlı, Seranili, Erbuşlu, Güzereşli, Hırkaşlı, Deştanlı ve Tiyarlılar gibi...
Eski ilçede bulunan eski ve iki ve üç katlı taş evler, feodal düzenin en katı kurallı kasabalarından biri olan Çel’de KAT MÜLKİYETli olarak hala varlıklarını koruyabiliyorlar... Ama biz Hakkari şehir merkezinde kurduğumuz bir ev kooperatifinin temeli inşaat halinde iken, bir iki üyemizin, biz üst katta oturacağız diye inat etmeleri üzerine dolayısıyla bu “feodal” düşünce karşısında kooperatifi fesh etmek zorunda kalmıştık.
Çukurca’da yüzyıllar öncesinden kat mülkiyetli iki ve üç katlı taş binalar, bu günkü “kentli feodallere” inat varlıklarını sürdürmektedirler.
Hangi yıldı bilmiyorum ama Çukurca’da çatışma diye her taraf elek gibi olmuştu. Macit beyin evi de kurşunlardan nasibini almış, sarad gibiydi.
İşte en son o yıl Macit beyle birlikte gitmiştim ve görmüştüm Çukurca’yı.
Birkaç gün önce de bir işim için Narlı (Biyadır-Beadır) köyüne kadar gittim. Gitmez olaydım! Kafamın içindeki o güzel görüntülerden hiçbir eser kalmadı. Bitmiş Çel, bitmiş Çukurca!
Nerede o doğa, nerede o güzellikler? Vadi boydan boya rum rut, tıpkı Karadeniz sahil yolu gibi asfalt gelmiş, doğa oraları terk edip bilinmeyene göçmüş, gitmiş adeta...
Düşünebiliyor musunuz, aynı günde Van’dan Çukurca’ya gittim ve Van’a döndüm. Bu benim için inanılmaz bir şeydi. Haaa, ben gidilmesin dönülmesin demiyorum, ama ben asfaltla o koca koca çınarları, dut ağaçlarını, ceviz ağaçlarını birlikte görmek isteyen biriyim. Bir asfalt bir iki yılda gelir ve yine bir iki yılda yok olur, ama o doğa yüz yıllar sonra o hale gelemez..
Biz eskiden bir şantiyeye gitmek için Hakkari’den sabah erken yola çıkar, Sümbül dağı çığlarından sonra Axahurik’te Uygurun virajlarını serinde çıkma gayreti ile asırlık çınarların altından Şıne’yi geçtikten sonra Kanireş’teki Asuriler’den kalma dutların altındaki pınarda veya birkaç virajdan sonra Çemê Mendo’daki asırlık cevizlerin altında nevalemizle öğlen yemeğini yerdik.
Zaten Depin köprüsünden sonra kimseye rastlayamazdınız. Heleki bir araca rastlamak mucizeydi! Bazen bazı virajlarda ya bir askeri ünimork veya bir karayolları aracına rastlardınız ama bilinirdi ki ona yol vermek veya onun size yol vermesi hayati tehlike idi.
Şortê deresinden sonra ise bazen Macit beyin kırmızı damperli kum kamyonu görünürdü. Son yıllarda Biyadırlı Çeto da böyle bir araç salmıştı yola…
Dêra Marsava’da, Zap’ın öte tarafında üç ev vardı, bir de Kelêtan köyünden gelen derenin Zap’a döküldüğü yerde Marşemun’un (Asurilerin lideri) kadim evinin yanında iki ev vardı, gerek seyitlerin köyü Kelêtan köyünün, gerekse Serêspi köyü için yapılan asma köprülerin çiziminden yapımına kadar emeğim geçmişti.
Her geliş gidişlerimizde, ya bir cevizin dalında cevizleri avuçlarıyla kıran veya bir dut ağacının altında yere düşen dutları yiyen bir “Bêxwedi ya hirçê” yani ayı yı görebilirdiniz, veya Zap’ın kenarında oynaşan, maskara su samuru ailesinin şaklabanlıklarını seyredebilirdiniz.
İkindi üstleri, mideleri suyla dolu keklik sürüleri şose yolda araç sesinden kaçışırlardı.
Akşam karanlığında, aracın farlarından çıkan ışığa bön bön bakan bir sırtlanın çıkardığı sesini bebeğin gülüşünden ayırt edemezdiniz.
Kınalı kayalardaki, koca koca boynuzlu 8-10 yaşlarındaki dağ keçilerini izlerken, yanınızdan geçen bir oklu “Sîxûr”kirpinin hışıltısından ürpermemeniz mümkün müydü!
Hakkari”nin Çukurova’sı, 2-3 mahsul ekilebilen bir ilçe, o derin vadilerde Asuriler’den kalma, sahipsiz incir, nar, ceviz ve üzümle karnınızı istediğiniz yerde doyurabiliyordunuz.
Biyadır köyündeki su değirmeninde Hacer Ana’nın hazırladığı saf susam tahininden yemeyen bir Hakkarili, bir misafir, bir yolcu var mıydı acaba?
Kızdığımız birilerine hep niçin “TÊREMAŞ” denildiğini merak eder dururdum.
Ama 70’li yılların ilk günlerinde Çukurca’nın bir köyünde, yerli mahsulu, mis gibi kokan ama esmer pirinç ile, MAŞ [1] ilk kez bir arada yiyince niçin “têremaş” dendiğini o lezzet ve o gazdan sonra anlamıştım.
Gerçekten yeterince lezzetliydi, ama yeterinden fazla da gaz yapıyordu.
Cibinliğin altında bile bizi rahat bırakmayan piriç tarlaları sivrisineklerinden “Anofellerinden” ben de nasibimi alıp, yakalandığım sıtma (malarya) hastalığından kurtulmak için sol kolumda okunmuş pamuk ipliğini aylarca taşıdım. Evim de günlerce karantinaya alındı, ikindi üstleri gördüğüm kabusları şimdi tatlı birer anı olarak anlatıyorum çocuklarıma ve gençlere...
Gerek Türkiye-İran gerek Türkiye-Irak sınırında birçok köyün ortasından akan derenin öte yakasındaki evler öteki devlete, bu yakadaki evler Türkiye’nindi...
Bazı köylerde kardeşler, bazılarında amca oğulları o tarafta. Bazan bacılar oraya veya berdelli oradan buraya gelin geliyordu. Zaten Çukurca’nın kendisi sınırın sıfır noktasında, Çukurcalıların 49’daki biçenekleri Irak toprakları içinde bulunuyor ama otunu Çukurcalılar biçiyordu.
Eski gazetelere bakarsanız, Saddam’ın uçaklarının kaç kez bu biçenekleri bombalayarak Çukurcalıları öldürdüğünü ve daha sonra da bunlara kaç kez tazminat ödediğini görürsünüz.
Çukurca’dan çıkıp Serêsêvê’den Şılıko Erıj, Hırkaş, Bırcêlan ve Şivrezan köylerine giderken Irak topraklarından geçmek zorundaydınız. Bizim yaptığımız yol da Irak topraklarından geçip bir müddet sonra Şılıko sırtlarında tekrar Türkiye topraklarına giriyordunuz. Sınırdaki yazlık çadır karakollarının eşya ve askerlerini taşıyan araçları, İl ve İlçe yöneticileri, müdürlerimiz ve bizim şantiyemizin tüm araçları bu yoldan geçiyordu, hemen tepenin üstünde de Saddam’ın Rebia’sı (Tepede çukur içinde karakol) vardı ama her taraf Peşmerge’nin denetiminde idi. Rabia’da ki Irak şırte (asker)leri korkudan burunlarını çıkaramıyordu, çıkaranın da bir atışta bitiriyordu işlerini nişancı peşmergeler.
Zaten Saddam da sınır boyunda tampon bölge oluşturayım diye 1975 yılında o mıntıkadan güneye kadar yüzlerce Kürt köylerini boşaltmıştı (halen oralar bomboş) ama yıllarca da boşalttığı yerlere kendisi giremiyordu. Ancak Saddam’ın rejimi Dünya’ya kapalı, parası ve pulu çok olduğu için, kurşun geçirmez helikopterleri ve Rus yapımıı savaş mirajları ile hergün, ama hergün şantiyelerimizin ve çadır karakollarımızın burnunun dibine kadar tonlarca bomba yağdırıyordu.
Hakkari ve Kuzey Irak’taki topraklarda, bir ağacı yakma veya kesme halinde bazen hemen, bazen de bir yıl sonra o ağacın kökünden 6-7 ağaç filizleniyordu. Gerek “karşı taraf arazisi” gerek Türkiye toprakları içindeki bu sarp bölgeye 10 tane koyun salsanız, inanın ki, Alman ve Amerika orduları gelse bir yılda bu koyunları bulup toplayamaz. YSE şantiyelerinde Saddam’ın, bombalarından nasibimizi almayalım diye, bayrak açıyorduk, ama direklerde değil. Irak pilotları görüp bombalamasın diye bayrakları ya bir çadırın üstüne veya bir çardağın damına iple gererek, şantiyemizi ve kendimizi korumaya çalışıyorduk.
Gelip geçen Irak uçak ve helikopterlerin içindeki pilotları görüyor bazen da el sallıyorduk. Ama ister gece ister gündüz olsun, karadaki denetim peşmergenin elinde idi. İster istemez, onlardan çay ve lüks lambaları için gazyağı gibi ihtiyaçlarımızı aldığımız oluyordu. O bölgeye peşmerge komutanı Mustafayê Nêrve’yi komutanlık yapıyordu. Sıcak bir yaz akşamı canımız rakı çekmişti, Şılıko’daki şantiyede işçilerin içinde veya köyün çeşmesinde rakı içmemiz mümkün değildi. Aldık nevalemizi ve Irak topraklarındaki yüksek yamaçta akan, suyu soğuk pınarın başında ateşimizi yaktık, soframızı kurduk (Ahmet, Mirza, Hazer ve ben) bir ara etrafımızın sarıldığını gördük, baktık peşmergeler.
- “Ne yapıyorsunuz burada, kimsiniz?” diye bağırarak sordular.
- “Biziz, şantiyenin elemanlarıyız. Köy sıcaktı bunaldık, bu soğuk pınarın başında karnımızı doyuralım dedik.”
Birkaçı yanımıza geldi, yemeklerimizden lokmalar aldılar ve daha sonra da;
- “Ateşinizi gördük, kimdir diye merak ettik, hadi afiyet olsun.” deyip ayrıldılar.
Sonra duyduk ki komutanlarına anlatmışlar, komutan da onlara niye şişelerini kırmadınız diye çıkışmış.
Ama gelin görün ki bugün artık o köylerin çoğu, ama pek çoğu yoktur, yerlerinde yeller esiyor. Kala kala Çukurca ilçesine bağlı –yanılmıyorsam- Geremus, Aşut, Geyman (Köprülü), Deştan ve yerleri değiştirilen fakat isimleri değişmeyen Serêspi, Keletan ile Biyadır’da birkaç ev kalmış.
Hatta İlçeye bağlı belediyeli Ertoş beldesi dahil diğer köyler yerlerinde yoklar, baykuş ötüyor artık viranelerde. Hem de Müküs gibi eski bir kültür mekanı olan, Çukurca’da onlarca aşirete isim babalığı yapmış çok kadimi köyler.
Biri Marufan ile Bılecan köyleri civarındaki virane Zêdıka (Zeydıka) köyü analık yapmış Hakkari mirinin sağ kolu olan Pınyanışlılara, diğeri ise birkaç kilometre ötesinde ve Mir’in sol kanadını oluşturan Gewdan, Mamxoran, Girawi, Jîrkî, Şerefan, Êzdînan gibi 12 aşiretin ANASİ ERTOŞ (hertoş) köyü idi.
Benim bildiğim kadarıyla Pınyanışlılar Bitlise kadar, ama Ertoşiler Musul’dan Bağdat’tan tutun İran’daki birçok kentte varlıklarını devam ettirmişler. Örneğin Iraklı bir dostumun amcası, Ertoşili Mam Hûseyin Tovi Musul emniyet müdürlüğünden emekliydi...
Ş. Ahmedê Xanî’nin köyü HAN ise bu gün bir harabe...
Son yıllara kadar Deşta Han’eye gidilmiş yayla niyetine. Artık orayı görmek de bir hayal gibi.
Ama oradaki pınarın etrafına çöreklenerek kekliklerin pınara inmesini gözetleyen kalın küt gövdeli üçgen kafalı kör yılanların küfültüleri ile koca keklikleri yuta yuta agızları bir çuval gibi açılan yılanları unutmam mümkün değildir.
Han köyü ile Güzereş köyünün doğusundaki Geraşin ve Kepir yaylalarında ise yaz boyu dört mevsimi yaşayabilirdiniz.. Etraf sıcaktan kavrulurken siz orada üşütmeyeyim diye kalın bir şeyler giymek isterdiniz. Gece gökyüzündeki yıldız deryasına dalarak uyumak için, Lüleper veya Gulgever desenli kilimlerden bir ikisini battaniye diye yorgan üstüne atmak zorundaydınız. Günlerce Akdeniz veya Ege sahillerinde esmerleşme için kumlarda güneş altında günlerce kalacağınıza, Temmuz ayında hem de bir kar yığını “KEVΔnin yanında Geraşin’in o ultraviyoleli ışıkları ile bir saat içinde değil esmer bir tene sahip olmak, zenci bile olabilirdiniz.
[1] Baklagillerden
DEVAM EDECEK...
Çel Türkçeleştirilirken niçin Çukurca denilmiş bilmiyorum, ama bildiğim bir şey varki Çal ile Çel biribirlerini tam tersidir. Ben Çukurcaya Çal demektense, Çel demeyi tercih ederim..Coğrafik yapının insan karakteri üstündeki etkisini bildiğimden de, Çellilerin Çel’i gibi ne kadar sert ve dimdik olduklarını gördüm.. Tıpkı Ziyanışlı, Bılecanlı, Ertoşlu, Heşetli Talısanlı, Seranili, Erbuşlu, Güzereşli, Hırkaşlı, Deştanlı ve Tiyarlılar gibi...
Eski ilçede bulunan eski ve iki ve üç katlı taş evler, feodal düzenin en katı kurallı kasabalarından biri olan Çel’de KAT MÜLKİYETli olarak hala varlıklarını koruyabiliyorlar... Ama biz Hakkari şehir merkezinde kurduğumuz bir ev kooperatifinin temeli inşaat halinde iken, bir iki üyemizin, biz üst katta oturacağız diye inat etmeleri üzerine dolayısıyla bu “feodal” düşünce karşısında kooperatifi fesh etmek zorunda kalmıştık.
Çukurca’da yüzyıllar öncesinden kat mülkiyetli iki ve üç katlı taş binalar, bu günkü “kentli feodallere” inat varlıklarını sürdürmektedirler.
Hangi yıldı bilmiyorum ama Çukurca’da çatışma diye her taraf elek gibi olmuştu. Macit beyin evi de kurşunlardan nasibini almış, sarad gibiydi.
İşte en son o yıl Macit beyle birlikte gitmiştim ve görmüştüm Çukurca’yı.
Birkaç gün önce de bir işim için Narlı (Biyadır-Beadır) köyüne kadar gittim. Gitmez olaydım! Kafamın içindeki o güzel görüntülerden hiçbir eser kalmadı. Bitmiş Çel, bitmiş Çukurca!
Nerede o doğa, nerede o güzellikler? Vadi boydan boya rum rut, tıpkı Karadeniz sahil yolu gibi asfalt gelmiş, doğa oraları terk edip bilinmeyene göçmüş, gitmiş adeta...
Düşünebiliyor musunuz, aynı günde Van’dan Çukurca’ya gittim ve Van’a döndüm. Bu benim için inanılmaz bir şeydi. Haaa, ben gidilmesin dönülmesin demiyorum, ama ben asfaltla o koca koca çınarları, dut ağaçlarını, ceviz ağaçlarını birlikte görmek isteyen biriyim. Bir asfalt bir iki yılda gelir ve yine bir iki yılda yok olur, ama o doğa yüz yıllar sonra o hale gelemez..
Biz eskiden bir şantiyeye gitmek için Hakkari’den sabah erken yola çıkar, Sümbül dağı çığlarından sonra Axahurik’te Uygurun virajlarını serinde çıkma gayreti ile asırlık çınarların altından Şıne’yi geçtikten sonra Kanireş’teki Asuriler’den kalma dutların altındaki pınarda veya birkaç virajdan sonra Çemê Mendo’daki asırlık cevizlerin altında nevalemizle öğlen yemeğini yerdik.
Zaten Depin köprüsünden sonra kimseye rastlayamazdınız. Heleki bir araca rastlamak mucizeydi! Bazen bazı virajlarda ya bir askeri ünimork veya bir karayolları aracına rastlardınız ama bilinirdi ki ona yol vermek veya onun size yol vermesi hayati tehlike idi.
Şortê deresinden sonra ise bazen Macit beyin kırmızı damperli kum kamyonu görünürdü. Son yıllarda Biyadırlı Çeto da böyle bir araç salmıştı yola…
Dêra Marsava’da, Zap’ın öte tarafında üç ev vardı, bir de Kelêtan köyünden gelen derenin Zap’a döküldüğü yerde Marşemun’un (Asurilerin lideri) kadim evinin yanında iki ev vardı, gerek seyitlerin köyü Kelêtan köyünün, gerekse Serêspi köyü için yapılan asma köprülerin çiziminden yapımına kadar emeğim geçmişti.
Her geliş gidişlerimizde, ya bir cevizin dalında cevizleri avuçlarıyla kıran veya bir dut ağacının altında yere düşen dutları yiyen bir “Bêxwedi ya hirçê” yani ayı yı görebilirdiniz, veya Zap’ın kenarında oynaşan, maskara su samuru ailesinin şaklabanlıklarını seyredebilirdiniz.
İkindi üstleri, mideleri suyla dolu keklik sürüleri şose yolda araç sesinden kaçışırlardı.
Akşam karanlığında, aracın farlarından çıkan ışığa bön bön bakan bir sırtlanın çıkardığı sesini bebeğin gülüşünden ayırt edemezdiniz.
Kınalı kayalardaki, koca koca boynuzlu 8-10 yaşlarındaki dağ keçilerini izlerken, yanınızdan geçen bir oklu “Sîxûr”kirpinin hışıltısından ürpermemeniz mümkün müydü!
Hakkari”nin Çukurova’sı, 2-3 mahsul ekilebilen bir ilçe, o derin vadilerde Asuriler’den kalma, sahipsiz incir, nar, ceviz ve üzümle karnınızı istediğiniz yerde doyurabiliyordunuz.
Biyadır köyündeki su değirmeninde Hacer Ana’nın hazırladığı saf susam tahininden yemeyen bir Hakkarili, bir misafir, bir yolcu var mıydı acaba?
Kızdığımız birilerine hep niçin “TÊREMAŞ” denildiğini merak eder dururdum.
Ama 70’li yılların ilk günlerinde Çukurca’nın bir köyünde, yerli mahsulu, mis gibi kokan ama esmer pirinç ile, MAŞ [1] ilk kez bir arada yiyince niçin “têremaş” dendiğini o lezzet ve o gazdan sonra anlamıştım.
Gerçekten yeterince lezzetliydi, ama yeterinden fazla da gaz yapıyordu.
Cibinliğin altında bile bizi rahat bırakmayan piriç tarlaları sivrisineklerinden “Anofellerinden” ben de nasibimi alıp, yakalandığım sıtma (malarya) hastalığından kurtulmak için sol kolumda okunmuş pamuk ipliğini aylarca taşıdım. Evim de günlerce karantinaya alındı, ikindi üstleri gördüğüm kabusları şimdi tatlı birer anı olarak anlatıyorum çocuklarıma ve gençlere...
Gerek Türkiye-İran gerek Türkiye-Irak sınırında birçok köyün ortasından akan derenin öte yakasındaki evler öteki devlete, bu yakadaki evler Türkiye’nindi...
Bazı köylerde kardeşler, bazılarında amca oğulları o tarafta. Bazan bacılar oraya veya berdelli oradan buraya gelin geliyordu. Zaten Çukurca’nın kendisi sınırın sıfır noktasında, Çukurcalıların 49’daki biçenekleri Irak toprakları içinde bulunuyor ama otunu Çukurcalılar biçiyordu.
Eski gazetelere bakarsanız, Saddam’ın uçaklarının kaç kez bu biçenekleri bombalayarak Çukurcalıları öldürdüğünü ve daha sonra da bunlara kaç kez tazminat ödediğini görürsünüz.
Çukurca’dan çıkıp Serêsêvê’den Şılıko Erıj, Hırkaş, Bırcêlan ve Şivrezan köylerine giderken Irak topraklarından geçmek zorundaydınız. Bizim yaptığımız yol da Irak topraklarından geçip bir müddet sonra Şılıko sırtlarında tekrar Türkiye topraklarına giriyordunuz. Sınırdaki yazlık çadır karakollarının eşya ve askerlerini taşıyan araçları, İl ve İlçe yöneticileri, müdürlerimiz ve bizim şantiyemizin tüm araçları bu yoldan geçiyordu, hemen tepenin üstünde de Saddam’ın Rebia’sı (Tepede çukur içinde karakol) vardı ama her taraf Peşmerge’nin denetiminde idi. Rabia’da ki Irak şırte (asker)leri korkudan burunlarını çıkaramıyordu, çıkaranın da bir atışta bitiriyordu işlerini nişancı peşmergeler.
Zaten Saddam da sınır boyunda tampon bölge oluşturayım diye 1975 yılında o mıntıkadan güneye kadar yüzlerce Kürt köylerini boşaltmıştı (halen oralar bomboş) ama yıllarca da boşalttığı yerlere kendisi giremiyordu. Ancak Saddam’ın rejimi Dünya’ya kapalı, parası ve pulu çok olduğu için, kurşun geçirmez helikopterleri ve Rus yapımıı savaş mirajları ile hergün, ama hergün şantiyelerimizin ve çadır karakollarımızın burnunun dibine kadar tonlarca bomba yağdırıyordu.
Hakkari ve Kuzey Irak’taki topraklarda, bir ağacı yakma veya kesme halinde bazen hemen, bazen de bir yıl sonra o ağacın kökünden 6-7 ağaç filizleniyordu. Gerek “karşı taraf arazisi” gerek Türkiye toprakları içindeki bu sarp bölgeye 10 tane koyun salsanız, inanın ki, Alman ve Amerika orduları gelse bir yılda bu koyunları bulup toplayamaz. YSE şantiyelerinde Saddam’ın, bombalarından nasibimizi almayalım diye, bayrak açıyorduk, ama direklerde değil. Irak pilotları görüp bombalamasın diye bayrakları ya bir çadırın üstüne veya bir çardağın damına iple gererek, şantiyemizi ve kendimizi korumaya çalışıyorduk.
Gelip geçen Irak uçak ve helikopterlerin içindeki pilotları görüyor bazen da el sallıyorduk. Ama ister gece ister gündüz olsun, karadaki denetim peşmergenin elinde idi. İster istemez, onlardan çay ve lüks lambaları için gazyağı gibi ihtiyaçlarımızı aldığımız oluyordu. O bölgeye peşmerge komutanı Mustafayê Nêrve’yi komutanlık yapıyordu. Sıcak bir yaz akşamı canımız rakı çekmişti, Şılıko’daki şantiyede işçilerin içinde veya köyün çeşmesinde rakı içmemiz mümkün değildi. Aldık nevalemizi ve Irak topraklarındaki yüksek yamaçta akan, suyu soğuk pınarın başında ateşimizi yaktık, soframızı kurduk (Ahmet, Mirza, Hazer ve ben) bir ara etrafımızın sarıldığını gördük, baktık peşmergeler.
- “Ne yapıyorsunuz burada, kimsiniz?” diye bağırarak sordular.
- “Biziz, şantiyenin elemanlarıyız. Köy sıcaktı bunaldık, bu soğuk pınarın başında karnımızı doyuralım dedik.”
Birkaçı yanımıza geldi, yemeklerimizden lokmalar aldılar ve daha sonra da;
- “Ateşinizi gördük, kimdir diye merak ettik, hadi afiyet olsun.” deyip ayrıldılar.
Sonra duyduk ki komutanlarına anlatmışlar, komutan da onlara niye şişelerini kırmadınız diye çıkışmış.
Ama gelin görün ki bugün artık o köylerin çoğu, ama pek çoğu yoktur, yerlerinde yeller esiyor. Kala kala Çukurca ilçesine bağlı –yanılmıyorsam- Geremus, Aşut, Geyman (Köprülü), Deştan ve yerleri değiştirilen fakat isimleri değişmeyen Serêspi, Keletan ile Biyadır’da birkaç ev kalmış.
Hatta İlçeye bağlı belediyeli Ertoş beldesi dahil diğer köyler yerlerinde yoklar, baykuş ötüyor artık viranelerde. Hem de Müküs gibi eski bir kültür mekanı olan, Çukurca’da onlarca aşirete isim babalığı yapmış çok kadimi köyler.
Biri Marufan ile Bılecan köyleri civarındaki virane Zêdıka (Zeydıka) köyü analık yapmış Hakkari mirinin sağ kolu olan Pınyanışlılara, diğeri ise birkaç kilometre ötesinde ve Mir’in sol kanadını oluşturan Gewdan, Mamxoran, Girawi, Jîrkî, Şerefan, Êzdînan gibi 12 aşiretin ANASİ ERTOŞ (hertoş) köyü idi.
Benim bildiğim kadarıyla Pınyanışlılar Bitlise kadar, ama Ertoşiler Musul’dan Bağdat’tan tutun İran’daki birçok kentte varlıklarını devam ettirmişler. Örneğin Iraklı bir dostumun amcası, Ertoşili Mam Hûseyin Tovi Musul emniyet müdürlüğünden emekliydi...
Ş. Ahmedê Xanî’nin köyü HAN ise bu gün bir harabe...
Son yıllara kadar Deşta Han’eye gidilmiş yayla niyetine. Artık orayı görmek de bir hayal gibi.
Ama oradaki pınarın etrafına çöreklenerek kekliklerin pınara inmesini gözetleyen kalın küt gövdeli üçgen kafalı kör yılanların küfültüleri ile koca keklikleri yuta yuta agızları bir çuval gibi açılan yılanları unutmam mümkün değildir.
Han köyü ile Güzereş köyünün doğusundaki Geraşin ve Kepir yaylalarında ise yaz boyu dört mevsimi yaşayabilirdiniz.. Etraf sıcaktan kavrulurken siz orada üşütmeyeyim diye kalın bir şeyler giymek isterdiniz. Gece gökyüzündeki yıldız deryasına dalarak uyumak için, Lüleper veya Gulgever desenli kilimlerden bir ikisini battaniye diye yorgan üstüne atmak zorundaydınız. Günlerce Akdeniz veya Ege sahillerinde esmerleşme için kumlarda güneş altında günlerce kalacağınıza, Temmuz ayında hem de bir kar yığını “KEVΔnin yanında Geraşin’in o ultraviyoleli ışıkları ile bir saat içinde değil esmer bir tene sahip olmak, zenci bile olabilirdiniz.
[1] Baklagillerden
DEVAM EDECEK...