Boynumda ip-ince
Oysa ölümü boğazlamalıydın, çünkü en çok sen ölümü öldürdün bu hayatta.
Özgür çocuk, şeker çocuk…
Dünyanın bütün çocukları şeker severdi oysa sen her seferinde şekerden kriz toplardın bedenine…
Akşamüstü kimi zaman, bazen öğle ortası ve bazen de şerefine kadar bir gecede şarabın kırmızı sohbetinde beyazlaşır tenin gözlerin o melanet nöbetin geldiğini söylerdi.
Dirilirdin sonra, şeker yemiş çocuklar gibi güçlü ve ejderhayı…
Gülerdin, bütün akşamüstü batmış güneşler geri dönerdi gündüz olurdu dişlerinin parıltısından her yer. Gülerdin çünkü az önce ölümü öldürmüş bir kahraman olmuş olurdun.
Çünkü şu dünyada ölümü doğduğu günden sonra kapısından, bacasından, evinden, işinden, sokağından ama en çok bedeninden çarpışarak kovan bir tek seni tanıyorum…
Tamam! Kahretsin ki tanıyordum…
Ölüm ne eski ve paslı bir hançerdir. İnsanı sırtından vurur!
Be Özgür’üm kan ter içinde Azrail’le boğuşup geri geldiğin o günleri düşününce, hırsından ağzına gelip düşen köpükleri hatırladıkça kendine ölümü reva görebildiğini düşünemiyorum, düşünemiyorum çünkü ölüm senin elinden kaç kez titreyerek kaçtı.
Ölümü öldürmenin inceliğine ermiştin…
Bırakıp gittin güneşin narinliğini, ayın üryanlığını, gökyüzünün maviliğini, ağaçların huşuya duruşunu.
Geverin batısına düşen Bajérge kabristanını mekan tuttun. En Kuzeyinde, sınırında makberin durdun. Sağında el uzatsan ellerini tutabileceğin kadar yakınında Hüssam ve Selda var krize tutulursan gelirler havarına ha unutma!
Ben senin kendi Azrail’in olabileceğine inanmıyorum! Ama isyankar bir Azrail gibi ipi dolayıp boynuna pencerelerini örttün üstümüze be Özgür! Şehir siyah bir örtü saati geçirdi…
Ama ne oldu senden sonra bilemezsin. Bir telefon kara haberini verdi bana. Sonrası tutanaklar, zabıtlar, savcı, katip. Morg kapısında elleri kolları bağlı fısıldayarak ölmüş olmanı kahrolup beklemek, alçak sesle konuşurken duymaz ve kötü bir şaka yaptığını çıkar söylerdin diye ihtimal etmek! Ama nafile.
Teneşirde upuzundun kısa boyunla… Boynuna mor çiçekler takmıştın mor çiçekler etraf etraf dolanmıştı boynunu boylu boyunca…
Ağlayanlar sussaydı belki acıyan yerini duyardık.
Neren en çok acıyordu sahi? Boynundaki ipin kesiği mi? Yoksa dönen şerefsiz dünyada bir dermanfroş bulamadığın için mi?
Şimdi sensiz kaldı bura!
Defn edilince bir yârin çaresiz bakışları ve yaşları arasında kırmızı toprağı kürek kürek attılar üstüne yani asi çocuk o çok sevdiğin gökyüzündeki yıldızlar ile aranı bir tabaka toprakla örttüler.
Yinede korkma göremem diye yıldızları… Yıldızlar en çok insan onları hayal edince ışıldar.
Yar ise düşten, hayalden hiç gitmez…
Mentollü bir mendil sürer gibi yüzüne annen ve bacıların yokluğunu geri getirmek istediler… Gelmedin geri! Rıdo’nun üzüntüden küçülen yumrukları ve kırılan kolları geri getiremezlerdi seni.
Bir baba bu kadar büzülüp-küçülürdü ancak yaş dökecek takati bile kalmazcasına…
Kimse getiremezdi seni geri. Tıpkı sen egalinle ve şel-şepiğinle newroz alanına gitmek istedin mi seni tutamayacakları gibi. Giderdin sen istedin mi bir yere ateş gibi yanar, su gibi akardın…
Akşamüstüydü güneş eğrilmiş ve son takatiyle ışıklar yolluyordu yüzümüze biz senin gidişine bakıyorduk, kürekler toprak dolu, yürekler ah!
Tanırım dedim içimden! O irtifa kaybetti ve fırlatma kolu yok.
Toprak üşüdü sonra, bir kayakçıyı görünce içinde…
Sen en çok zirveye tırmanıp aşağıya doğru bir kartal olup süzülünce heybetliydin. İnan o soğuk yüzlü sedyenin üstünde bütün caziben kaybolmuştu. Batonun ellerinden kollarının altına doğru çekilip belini hafif eğdiğinde adrenalin tavan yapardı işte o zaman cazibe denen şey koyulaşırdı çehrende.
Kayaklar ayaklarının altında durmadan kayardı. Hızlı, doru bir Seklavi atı gibi sürerdin o kayakları.
Boynunda ip-ince bir sızıyla çekip giderken karanlık sardı şehri…
Yıl 2012 aylardan Haziranın 22 si bir kayakçı toprağı süpürerek ve yürekleri burkarak çekip gitmiş oldu.
Ne internet cafede, ne Zagros iş merkezinde, ne çarşı merkezide, ne bir düğün halayında, ne bir eylem sonrası göremeyeceğiz seni.
Ve hiçbir berber bıyıklarının kırılan kısımlarını makaslayamayacak.
Korkarım ki bıyıkların uzar ve gülüşlerini kapatır. Sonra kim güler bize öyle şeker öyle içli öyle derin…
Gülüşsüz bıraktın be bizi Özgür çocuk! Biz bunu hak edecek ne yaptık ki İsyanınla sürdün kedini sonsuzluğa…