Yüksekova dolaylarından
Afallayan, hep topallayan bir kentin isyana demlenen çocukları için bir şeyler yapmak gerekiyor.
Hani espriye ironi olmuş deyimle “On bir ay kış bir ay Ramazan”
Evet, kış çok uzun ve sert geçer. Dağların arasına ipek Kürt halısı gibi serili bu ova kenti neden bu kadar kimsesiz bırakıyoruz bilmiyorum.
Hep kimsesiz gibi duruyor.
Hep isyan halindedir.
Kusursuz olsun demiyorum ama çok kusurlu da olmasın.
Toplam bir kilometre uzunluk üzerine sağlı sollu oluşmuş çarşısından geçmek için tabiri caizse akrobat olmak gerekiyor. Cadde trafik keşmekeşinden sıkılmış durumda. Kaldırımlar yayaların haricinde her türlü gaspa açık. İstismar edilmiş kaldırımlar yer yer işportaya yer yer otoparka yer yer iskemle medeniyetine açık.
Kuru bir iklim, rutubetli mevsimler, korkular, telaş…
Asıl korktuğumuz başımıza gelmedi henüz. Belki gelmeyecek de. Ama gelebilirliği de var.
Örneğin bacalardan yükselen o simsiyah dumanların şehir üstüne oluşturduğu bulutlar kindar bakışlarla “ben sizi boğacağım” gibi bakıyorlar. Kirli bulutların oluşmasına neden olan katı yakacakların kontrolden geçmemesi ne acı değil mi?
Zaman zaman aklıma gelmiyor değil. Kanser vakalarının çok olması buna bağlı olabilir. Düşünsenize Yüksekova gibi bir şehirde insanların tükettiği sular bas baya pet sular olmaya başladı ya da hali vakti yerinde olanlar aracıyla Jirki mahallesindeki şebekeden su almaya gider oldu.
Suyumuzu kim kirletti?
Kim bilir yoğurdumuza, sütümüze, balımıza, kaymağımıza da bulaşmıştır belki bu kirlilik.
Eğitimde sonucu kalmamız bundan olmasın sakın?
Bir tek topalladığımız yer eğitim olsa parmağımı kaldırmayacağım, sancılanmayacağım bu kadar.
Varsın şanımız yürümeyiversin.
Ama hastalarımız sevkten sevke, ambulanstan ambülânsa uzak uzak şehirlere gidip gelmesin. Yollarda, başkentte diğer metropollerde ölmeyiversin.
İsyana demlenmiş çocukların berrak gülüşleri olsun diye kılımız kıpırdasın.
Yani “Yazın çalışma var, kışın arıza” diyen elektrik dağıtım kurumuna sitem edersek toplum mühendisleri hemen yapıştıracak lafı “Elektriği çalmayın” diye. Ama bilmezler ki kimse sevdiğinden ötürü “hırsız” olmak istemez.
Mesela biz o insanlar elektrik çalmasın diye ne yaptık? Diye bir soru sorabilirler kendilerine. Ve o kurum beceriksizliklerini elektrik çalınıyor diye kapatamaz. Düpedüz beceriksizdirler.
Aksadıkça aksıyor kent.
Biber gazını stoklarından düşürmeyen devlet nasıl oluyor da zırt pırt giden cereyana stoklamıyor. Ama söz konusu bu kent olunca yani Yüksekova olunca her şey mubah görülüyor.
Yani hep kırık kafamız. Bıyığımız buz.
Deprem kuşağındayız, kar kuşağında, soğuk kuşağında, hüzün kuşağında, sondan birinci kuşağında, savaş kuşağında…
Çöplüğe dönüştürülmüş sokaklar, yol kenarları, caddeler, mahalle araları ise bir başka cellat kırbacıdır kendimize vurduğumuz. Ağzımızda bir tebessümlük yer dahi kalmamış.
Ömrümüzün en doğusundayız galiba.
Kentimiz cebimize sıkıştırdığımız kağıt mendil gibi duruyor. Buruşturup atmak üzereyiz.
Bir kırtık ciğerimiz kalmış yani.
Hakiki sevmelerimizi göstermesek o da tükenecek.
İlle de ille bir afet olması gerekmiyor, biz afetimizi kendimiz yaratmışız.
Bir yanımız direksiz, bükük. Bir yanımız üstsüz, üşüyoruz…