Senin için çok erken
Rüzgârın uğultuları, boyasız saman karışımlı çamur sıvalı evlerin duvarlarını yalıyordu. Bir kaç gün evvel yağan kardan katarak önüne küçük sırtlar oluşturmuştu. Kaç saattir süren bu uğultu ve hortumvari esinti yüzünden içerideki büyük baş hayvanlara suyu ta dereden sarkaçla taşımıştı Cafer.
Gencecik omuzları bu yüke dayanamamış derisi yüzülmüştü.
Ev ödevini bu yüzden yazmakta zorlanıyordu. Ancak okulun açılmasına daha bir hafta vardı. Eğer bu fırtına dinse artık ineklere su vermek için dereye götürecekti. Dolayısıyla bedenine çöreklenen bu ağır yük hafifleyecekti.
Cafer, evin tek erkek çocuğuydu. Kızlar evin içindeki işlerle uğraşırken o da hayvanların bakımına ve pazarda erzak alım işlerine koşardı. Annesinin sağmış olduğu sütleri her gün pazara götürmekte ona kalmıştı. Babası işlediği bir cinayetten dolayı hapisti. Hem ona hem de ailenin diğer efratlarına bakmak için gelirlerine süt satmayı da katmışlardı. Aslında kimseye muhtaç olmadan geçinebiliyorlardı ancak evde babanın yokluğu ona şimdiden ağır bir sorumluluk yüklemişti. Bundan dolayı da arkadaşları gibi oyuna zaman ayıramıyordu. Bazen uzaktan uzağa izlerken içinden bütün çocukluğu kayıyordu soluksuz. Ve bir ahhhh düşüyordu dudaklarından.
Sömestr tatili biterken,
Bir öğün okula diğer öğünse ev işlerine kaldığı yerden devam etmeye başlamıştı. Ev işlerinden arttırdığı bütün zamanlarında derslerine önem veriyor olması onu sınıfta bir adım öne çıkarıyordu. Bu başarısı matematik öğretmeni Gülsümün dikkatinden kaçmamış bu yüzden de özel bir ilgi ile yaklaşıyordu ona.
Her fırsatta başarabilmenin tek yolunun çok çalışmak olduğunu hatırlatıyor adeta onu hayata hazırlıyordu öğretmeni. Öğretmeninin bu ilgisi çok hoşuna gidiyordu ve bu ilgiyi asla suiistimal etmiyordu. İki yıldı onun hem sınıf hem matematik hem de hayat öğretmeniydi Gülsüm hoca. Belki bundan ötürü olsa gerek Cafer, Gülsüm öğretmenini görmediği her an özlüyordu.
Gerçi zaman zaman evlerine de davet ediyordu ve Gülsüm hoca bu isteğini kırmıyor hatta evin genç kızı Laleşle çok iyi de anlaşıyordu. Bazen saatlerce evlerinde kalır kızlara dert ortağı olurdu. Bu ilgi ise Caferde buruk bir kıskançlık yaratıyordu.
Güneşin batışını dağlardan izlemek kadar yoğun olan bakışları annesinin gözünden kaçmadı hiç. O biliyordu ki ulaşılmazlar insanda ne kadar iz bırakır. Şimdi kocası yanında olsa belki bu çocuklara bu kadar ömür tüketmeyecek zaman zaman kendi saçlarıyla da oynayacak çocukluk yıllarındaki gibi kızlarıyla oyunlar oynayacaktı. Kahretsin ki o yok ve ailenin otoriter bir reise ihtiyacı vardı. Yoksa oturur kızlarıyla ziyadesiyle oğluyla iki arkadaş gibi saatlerce sohbet eder kendi gençliğini bir kez onlarda tadardı.
Cemreler havayı ısıtıp dağlardan kar suları akmaya başladığı mart ayı neredeyse bitecekken, gülsüm hoca; Çocuklar benim tayinim çıktı, haftaya gidiyorum.derken sınıfa soğuk bir hava hakim oldu, yüzler kaskatı kesildi. Kimsenin aklına soracak bir şey bile gelmedi. Cafer ise hayatında ilk defa bir ayrılık haberi almıştı. Çünkü babasının gidişini hatırlamıyordu bile.
Bu ayrılık onu lal etmişti.
Bir hafta o kadar tez gelmişti ki, göz açıp kapamak kadar. Bu ayrılık haberiyle başka bir dünyaya giden Cafer bir türlü inanmak istemiyor ve bu duruma kendini alıştıramıyordu. Nisan ayının ilk haftası sabah vakti neredeyse bütün okul Gülsüm öğretmeni uğurlamak için otobüs yazıhanesinin yanındaydı. Gözleri Caferi aradı ama yoktu. Çaresiz otobüsün on tarafındaki koltuğuna oturdu. Hala gözleri onu arıyordu. Hareketle birlikte eller havalandı kelebekler hesabı. O yeni bir hayata giderken öğrencilerde hüzünlü ve nemli gözlerle okula yöneldiler.
Ayrılmaya cesaret edemeyen Cafer şehrin çıkışındaki tepede onun yolunu gözledi. Otobüs oradan geçerken Gülsüm hoca onu uzaktan tanıdı. O masum duruşlu çocuğa bir veda busesi kondurmadan ayrılmak istemedi. Otobüsü durdurdu indi ve ona doğru yürüdü.
Bu durum karşısında taş kesilmiş elleri ceplerinde öylece duruyordu Cafer. Nisan yağmuru tane tane düşerken yaklaştı öğrencisine. Edinilmiş olgunlukla; Senin için çok erken.dedi. Yanağından öptü ve ayrıldı.
Cafer akşama değin yağmurun altında yürüdü dağ tepe. Akşam karanlığı ile sırılsıklam evin kapısından içeri girdi salondaki mıqete (kanepe) kıvrıldı. İçerideki saç sobanın ısısı bedenine ulaşır ulaşmaz uykuya geçti. Annesi ve kardeşleri başına üşüştüler. Gözlerinin altına gözyaşları izi düşmüştü. Yumruğu, uykuya geçerken açıldı ve içinden bir kağıt düştü. Kızlar alıp okudular annelerine.
Desem ki...
Desem ki vakitlerden bir Nisan akşamıdır,
Rüzgarların en ferahlatıcısı senden esiyor,
Sende seyrediyorum denizlerin en mavisini,
Ormanların en kuytusunu sende gezmekteyim,
Senden kopardım çiçeklerin en solmazını,
Toprakların en bereketlisini sende sürdüm,
Sende tattım yemişlerin cümlesini.
Desem ki sen benim için,
Hava kadar lazım,
Ekmek kadar mübarek,
Su gibi aziz bir şeysin;
Nimettensin, nimettensin!
Desem ki...
İnan bana sevgilim inan,
Evimdeki şenliksin, bahçemde bahar;
Ve soframda en eski şarap.
Ben sende yaşıyorum,
Sen bende hüküm sürmektesin.
Bırak ben söyleyeyim güzelliğini,
Rüzgarlarla, nehirlerle, kuşlarla beraber.
Günlerden sonra bir gün,
Şayet sesimi fark edemezsen,
Rüzgarların, nehirlerin, kuşların sesinden,
Bil ki ölmüşüm.
Fakat yine üzülme, müsterih ol;
Kabirde böceklere ezberletirim güzelliğini,
Ve neden sonra
Tekrar duyduğun gün sesimi gök kubbede,
Hatırla ki mahşer günüdür
Ortalığa düşmüşüm seni arıyorum.
(Cahit Sıtkı Tarancı)
İrfan Sari Yüksekova-2007