Acısu, Katerina ve Funda
Bir başkadır benim memleketim
Yol endüstrisi akademik olarak hayli mesafe kat etti. Ama biz hala şose yollardan sevdiklerimize kâh esneyip kâh gürleyip gitmeye devam ediyoruz. Yani bu ayıp ile uzay çağını aşkın çağda yaşamakta varmış. Neyse
Eğer aracımız bir karakola çekilmemiş ve didik didik aranmamış olsaydı, muhtemelen gün daha çok erkenken varacaktık şehre.
Gürgen ve çam ağaçlarının arasından süzen ışıklar, aracın camına ışıyıp yansıyorken yamaçların ufkuna, bizde bu delirmiş coğrafyanın içinde doğa harikasına ağzı açık bir şekilde kilitleniyoruz. Çok kurnaz bir doğa haritası görmelerimize geliyordu, vardığımız yerde; kendini sevdiren, kendisine çeken bir enerjisi vardı.
Yolun her iki yamacına asıla asıla giderken bir masalı andıran rüyada gibiydik.
Yüksek yerleşim biriminin arasından geçen derenin toprağı duvar ustası gibi biçimlemesi bir kenara derenin etrafına yuva kuran ağaçların ormanlığı bildik doğa arzumuzu kamçılıyordu. Hep bir ağızdan konuşuyor olduk çünkü. Allah u Ekber dağlarının eteklerine kurulan bu şehrin görüntüsüne hayranlık sözlerimiz karışıyordu anlayacağınız.
Sonra şehre şaşkın bakışlarla merhaba diyoruz.
Bu şehir ilk bakışta yeşilin arasına sığınmış Rus mimarisinin izlerini sunuyordu. Ama yoksul ve onurlu teneke evlerin arasındaki yaşamın izleri çok bizdendi bunu rahatlıkla söylemeliyim.
Belki kış olimpiyatlarının yapıldığı kentlerde olmayan/olamayacak kadar bizden bir yaşamın fotoğrafları bir bir çarpıyordu gözlerimize. Bu görsel şölen karşısında yuttuğumuz küçük dilimizle bir öğrenci evine misafir oluyoruz.
Sıkıştırılmış merdivenli bir apartmanın dar basamaklarından yukarı çıkınca Rus mimarisinin yanı başında yapılan bu yapının ilkelliğine/bananeliğine hırslanmıyor değiliz. Ama merdivenlerin bittiği yerde bizi bekleyen o gülen yüzleri, küçük yüreklerindeki gönül kasırlarını önümüze seren çocukların elektriği ile kendimize geliyoruz.
Zaman zaman şose zaman zaman patikayı andıran yolun yırtılan asfaltının yakıcı yorgunluğuna ilaç gibi sunulan çay tümden can veriyor bize.
Akşamüstü karanlığı çökmeden şehirle tanışalım diye çıkıyoruz evden.
Vadinin ortasında akan suyun bir kıyısına yapılmış olan çeşmenin başına vardığımızda şaşkınlığımız bir kat daha artıyor. Bir çeşmenin üç kurnasından üç ayrı tat var. Sağ kurnadan acısu, orta kurnadan daha az acısu ve sol kurnadan tatlısuyu tadıyoruz. İlk bakışta inanmayacağımız bu durumu tattıktan sonra akıl yormaya çalışıyoruz. Ama ne yalan söyleyeyim varamadım bunun sırrına.
Şehre girince ki bitki dokusu burada daha bir enteresanlaşmıştı. Şimdi bu vadinin bir yamacı ormanlık bir yamacıda çırılçıplaktı.
Ormanlık yamacın bir alanına yapılan Katerina Köşkü, tarihe çivi kullanılmadan ahşaptan yapılan ilk olarak geçer. Sanırım hala da ilktir. Köşkün kurulduğu yamaç yemyeşildi ve muhtemelen güneybatı rüzgârlarının sık uğradığı bir yerdi.
Bu şehrin akşamına geldiğimizde ışıklar ve ışıklar altında dağ evi mimarisindeki bir otelin yemek salonunda otuz üç gencin hayata atılacağı anlara tanıklık yapıyoruz sonra. Her biri kelebek hafifliğinde ve puma atikliğinde dolanıyor salonu. Gösteriler, müzik, beraber geçirilmiş hayattan kareler derken keplerin fırlatıldığı canlılık, mutluluğun ifadesi oluyordu tek başına.
Cesur, samimi, heyecanlı bir akşamın geceye uzandığı yerde hardal sarısı rengiyle bir ceylan misafirimiz oluyor. Öyle titrek ve öyle alımlı ki heyecanını saklamak için hiçbir çaba içinde değil.
Sade bir ceylan...
Tanıyoruz Seviyoruz
Ve bunları tek tek yüreklerinden öperek ayrılıyoruz oradan.
Ay dolunay, biz dolu. Vuruyoruz vadinin aşağısına doğru kafamızı; gece bir şarkı söyler biz bir başka şarkı