'Üç-beş çapulcu' idik
Bilirsiniz “üç-beş çapulcu” idik dağlara çıktığımızda.
Dağları vücut ısımızla ısıttık, amma sıcaklığımız dağların ardını aştı, köy köy, kent kent dağıldı sıcaklığımız hava gibi. Akarsular gibi süzülüp denizlere kavuştuk sonra. Güneşin altında yürüdük, ayın altında sigaramızı yaktık.
Efkar efkar düşündük.
Düşümüzde büyüdük, düşüncemizde büyüdük.
Sıradağların eteğinde hoyrat kürdiler okuduk, başı dumanlı halaylar kurduk. Sesimiz, sesimize karıştı yedi düvel duydu kürdilerimizin namını.
Ama!
Kilometreler ötelerde, denizler ötede, haritalar ötede kuruldu hüküm çadırımız…
"Üç-beş çapulcuyduk…”
Kim kurşun sıksa duyulmayacaktı gıkımız…
Toprak yatağımız olsa, gök yorganımız, kaya yastığımız kar etmezdi…
Adımız “üç-beş çapulcuydu.”
Ne yapsak, ne etsek çıkmadı adımız bundan öteye…
Oysa!
Şehir şehir çoğalıyorduk…
Rüzgar olup dağlardan ovalara koşuyor, fırtına olup diyar diyar geziniyorduk. Kara yüzlü çocukların ellerinde, ecnebi yurtlarında, dünyanın öbür tarafında biz konuşuluyorduk.
Hem de uzaya gidenlerden, Nobel ödülünü alanlardan, keşif yapanlardan, dünyayı bir nefes kadar yakınlaştıran buluşlardan çok konuşuluyorduk…
"Cehennemin dibine” gönderilsek bile, dünya sazımızın, sözümüzün ustalığını konuşuyordu. Ülkeler, kentler, şehirler öykümüzü okuyordu birbirine.
Denizler taştı, kentler yıkıntılar arasında kaldı, yıldızlar kaydı, güneş kapandı, ay küstü ama susmadı biz “üç-beç çapulcunun” çığlığı…
Mezarımız boyumuzdan derin kazıldı, teneşirimiz olmadı, mezar taşımız yoktu, duasız ve kefensizdik, ayakkabımız ayağımızda, kulağımız kesilmiş, burnumuz koparılmış, gözümüz oyulmuş, kaburgalarımızdan göğsümüzü ayırmışlardı…
"Biz üç-beş çapulcuyduk…”
Vuruldukça çoğalıyorduk. Çoğaldıkça çoğalıyorduk.
Nasıl bir bilmeceydi bu?
Vuruldukça çoğalmak…
Çoğaldıkça “üç-beş çapulcuya” çıkmak nasıl bir şeydi?
Dünya değişti, denizler değişti, dağlar değişti, kentler, kasabalar, köyle değişti, iklimler bile değişti ama bu ezber değişmedi.
Gün geldi, “Gezi Park”ında sende vardın!
Sen de “üç-beş çapulcuya” çıktın.
Suya sorsan, ekmeğe sorsan halinden anlardı.
Taşa-toprağa sorsan ha keza.
Demokrasiye, özgürlüğe sorsan halin-hatırın olurdu.
Bir tek halden bilmezler durur öyle…
Yalan…
İnkar…
İftira…
Ve patavatsızlık…
Metropollerde, megapollerde, başkentlerde, kırsal şehirlerde insan insan bağırsan, insan insan çoğalsan da durur onlar öyle…
Çünkü siz artık “üç-beş çapulcuydunuz”
Ama yine de bir şansınız var, oda henüz “Teröriste” çıkmadınız. Bahar aylarında gaz bombası, yaz aylarında kurşun, kış aylarında bomba, sonbaharınız da mayın mayın ölmediniz…
Ölmeyiniz… Direniniz…