Pencere ve ben
Bin dokuz yüz altmış dokuz yılında yapılmış ev. Kerpiçten hem de. Pencere ahşap, kuvvetle ihtimal o zaman marangozlarının gürgen ağacından tasarladığı bir tasarım. O kadar çok yağlı boya çekilmiş ki kimi kabuklanmış, kimi dökülmüş ama kat kat boya tabakalarını seçebiliyor insan. Cam ve çerçeve arasına rüzgar sızmasın diye macun çekilmiş. Camcılık mesleğinin bu deha icadı bilmem kaç yıldır orada duruyor ve hala işlev görüyor.
Kaç kış, kaç bahar, kaç yaz ve kaç güz geçirmiş bu pencere?
Ama hep aynı yöne bakıyor. Hayranlıkla baktığı yön güney. Öylesine muhteşem bir manzara düşmüş ki kadrajına bıkmadan usanmadan daha uzun yıllara bakacakmış gibi duruyor.
Buradan yani bu pencereden ailecek bakmışlığımız vardır.
Neler gördük kestiremem ama şu bir gerçek ki Cilo Dağı ve etrafındaki yükseltileri görmek ortak noktamız.
Penceremizin durduğu evin temelleri tepe noktasından ovaya bakıyor. Oradan karşı yakasındaki yüksel buzul dağlarının ve yaylaların o muazzam manzaraya bakar.
O eski yıllar da seyrek ev düşerdi kadraja.
Ovanın ikinci ilköğretim okulu yapıldığında, bu pencere baştan sona kadar yapımına tanık oldu. İpek yolunun biraz ötesinde geçen dere özellikle bahar aylarında müthiş yükselişini sergilerdi ancak bu okul yapılınca dere sularını oradan görmek mümkün olmadı.
Bahar aylarında ova tuvalinin üzerini yağlı boyadan çiçekler kaplardı. Sarı, en çok öne çıkan renklerdendi. Ama kızıl çiçeklerin rengi azımsanmayacak kadardı. Tabi yeşil yaprakların o muazzam parıltısı yazılmadan geçilemez.
Kış aylarında beyaz hakim olurdu, yer gök adeta birleşirdi. Pencereden bakınca bir tek dere suyundan yükselen buharı görebilirdi insan geri kalan ne varsa beyaz bir dünya. O koca dağlar bile beyazın esaretine yenilir dümdüz olurdu.
Son baharları anlatmak mümkün mü bilmiyorum ama yine deneyeyim. Bir ucundan diğer ucuna top yekun biçilmiş otların anızları, buğday tarlalarının sapları, güneşin yakıcı sıcağında kurumuş ve sararmış olurdu. Rüzgar vurdukça düşen kavak ağacının ve söğüt yaprakları pencereye çarpınca insan irkilirdi, bir ürperti düşerdi içine insanın. Çünkü ölüm zamanlarıydı. Bitkilerin ölüm mevsimi. Kemoterapi seanslarından sonra ağaçlar saçlarını dökerdi sanki.
Ürperirdi insan ve hüzün düşerdi içine.
Yaz aylarında bir telaş alırdı insanları ve doğayı. Hayat telaşı, zor günlere doğru giderken hayatı sürdürmek için bir telaş. Yani kazanmak ve yaşamı sürdürmeye dair yeme ve barınma telaşı. Oysa doğa hep üretim sinyalleri verirdi ve asla bu döngüsünden vazgeçmezdi.
Kuşlar yavrularını korumak, beslemek, büyütmek ustalığına devam ederken, gökyüzünde süzülmeyi ihmal etmiyorlardı.
Ve pencere dibinde ki karınca yuvasında bir koloni harıl harıl çalışıyordu.
Kendinden büyük yükler taşıyan bu işçiler yeryüzünün en örgütlü ve en muazzam dayanışmasının birer temsilcisi idiler. Annemin çiçeklerinin arasına kolonilerini yerleştiren bu işçileri bazen saatlerce izler azim ve karakterin önemini tanırdık.
Güçlü ve olağan üstü anlamlarla değişen mevsimlere ve uzun yıllara rağmen penceremiz ilk gün halindeydi üzerine yeni çekilmiş yağlı boya haricinde.
Kısa zamanlarımız da oldu o pencerede. Ancak o kısa anlarımız uzun sürecek hayatlarımıza ders veriyordu. Öğreniyorduk.
Çocuk yaşlarımızdaki kavgaları saymazsak o pencere bizim dünyamızın dışa açılan yegane mücadele yeriydi.
Kavgalarımız, oyunlarımız, yaramazlıklarımız okul yolundan eve değin hep o pencerenin tanık olma halleri olarak kayıtlara geçti.
Seksen yılının o faşist askeri darbesinin kasklı, silahlı askerlerini sabahın ilk saatlerinde o pencere bize tanıştırdı. Üzerlerindeki haki üniformalı askerlerin evlerimizden çıkamayacağımızı hatırlatmaları üzerine “dışarı” haram olmuştu.
Harap olmuş, korkmuş, anlamaya çalışmış çocuklardık ancak büyükler de çok farklı değildi bizden. Olup bitene hemencecik razı olmuşlardı. Daha ilk anlardan itibaren kabullenmişlerdi.
Sonra uzayan günler. Belli-belirsiz ölümler. İşkence hikayeleri, sürgünler, komünist ağabeylerin çalınmış, parçalanmış hayatları.
Korkunç bir gammazlama furyası.
Doksanlı yılları söylemeye cesaret edemiyorum. Hatırlamak bile cesaret ister.
Pencere, yükselen beton bloklar yüzünden o eski manzarasını giderek kaybediyordu. Bir tek uzak dağları eski vaziyette seyretmek mümkün kalmıştı.
Uykularımızın kaçtığı o yıllarda pencereye düşen bir “çıt” bile yüreğimizin yerinden çıkmasına neden oluyordu. Kim ki solculukla imtihanlaşırsa o potansiyel “suç” unsuru oluyordu. Bir gece vakti alınıp bir daha geri dönmemek zamanlarıydı anlayacağınız.
O yıllar, o pencereden içeri sızan kurşunların, çerçeveli fotoğraflarımızı parçaladığına, babamızın duvarda aslı duran kuran-i kerimini deldiğine tanıklık ettik.
Bu pencere kolay çıkmayan acılarımızı biliyor.
Köylerin boşaltılmasıyla, ovaya dikilen beton yapıların sayesinde penceremize düşen bahar renkleri tamamıyla kayboldu. O blokların arasından bir nefeslik koridor bulduğumuz anlarda mutlu olabiliyorduk.
Uzun ve yorucu zaman yolculuğumuza eşlik eden bu pencereye konan serçe kuşlarını unutamayız. Serçe kuşlarıyla bakışmalarımız onların telaşlı uçuşmalarını izlemek muazzam heyacanlıydı. Bazen evin içine misafir oluşlarını da hatırlıyorum. Toprak damın direklerine doğru uçuşur-kaçışır sonra kafes gibi evin içinden kocaman dünyasına fırlar kanat çırparlardı. Özgürlük.
Evet, özgürlük böyle bir şey olmalıydı.
Biz yaşlandıkça, acılarımız da bizimle derinleşiyordu.
Ve o pencere geçen kış, yalnız başına kendi gibi onlarca eski ve yaşlı evin yanışına-yıkılışına baktı. Bir damla yaş dökmeden. Ahşap pencere gibi.
Kar yağarken bir yandan bir yandan da o evler yıkılıyor ve ateşler yükseliyordu içinden. Nisan yağmurlarında, mayısın en deli çağında ovaya çakılıyordu bombalar.
Yeşil eski yeşil, beyaz eski beyaz, tüm renkler aynı, yağmur eskisiydi, kar her zaman ki…
Unuttum değil mi? Komşunun bahçesindeki iğde kokularını. Bahar açar açmaz ilk o bahçeden ve o iğde kökünden saçılırdı kokular. Fiyakalı ağabeyler ve ablalar bir dal alır taşırlardı yakalarında.
Şimdilerde o hiç yok. Kazdılar. Kıydılar.
Şimdilerde olmayan ne çok şey var. Sıralasam, korkarım ki dayanamam. Dayanamam…