Koyu renkli mektup
Yine bir havar zamanıdır buralarda. Bombalar, dağların kalbinde patlamaya devam ediyor. Kurşunlar genç insanların ömrüne hüküm kesiyor. En çok annelerin yüreği kundağa sarıp sarmaladığı çocuklarının ardından kefene dönüşüyor. Gözyaşlarının haddi hesabı yok baba!
Dövdüler ettiler olmadı! Kemikleri toprağı deşip yeryüzüne çıktı.
Kovdular, gurbet ellerinde hasretleri bağırlarına paslı hançer olup saplandı. Sürgün beladır. Sürgün zorunlu bir hayat sürmektir. Ki bu hayat yosun tutan taşlar gibi sürer.
Gök gürültüsü gibi aldılar cezaevlerine! Ülkenin çağ atladığı o esir evlerine. Kimini yaktılar, kiminin kafatasını kırdılar demir çubuklarla.
Kimi yirmisinde dişsiz kaldı. Ekmeği damağıyla ıslattı, parça parça yuttu! Midesinde bir bilinmez ağrı, bir bilinmez yanma.
Kimi hücrelerin duvarına, kanıyla yazdı son sloganını! “Yaşamak Direnmektir!”
Kimi saçına kadar yakıldı. Şakağının etrafı yara ağzı. Yürümek istese yürüyemez, gülmek istese gülemez. Parmaklarının son takati “zafer” müjdesi!
Zindan zindan büyüyorlar.
Çocukluğunu kim çalmış diye sorgulamıyor, gençliğini ayaküstü vuranları da. Onlar geleceğin aydınlığına kanat çırpan serçe kuşu kadar masum. Onlar safi birer cevher tanesi.
Şadırvanlı, havuzlu şatolarda yaşamak değildi dertleri, Zap suyunun kıyısında incecik bir bakır tasta su içmek bile yeterdi onlara.
Baba burada sular durulmuyor!
Kan karışıyor, ana alnı gibi temiz akarsulara. Denizlerin kıyısında ölü insan cesetleri, dağları soracak olursan, Roboskiden bu yana, karış karış Kürt çocuklarının parçaları.
Ölüyoruz baba… Oysa senden sonra ölüm yasaktı sandım. Bir oğul baba acısından başka acı görmez sanıyordum.
Ama zaman ölüm taşıyor durmadan.
Damarları kopuyor şehirlerin, kimse doğan çocuğun ilk ağlayışını duymuyor.
Gözyaşlarına mezarlar karışalı, analar çocuklarına yün çorap örmüyor, dudaklarında duadan da koyu bir yakarış var.
Kimi oğlunun gömleğine sarılır, kimi kızının çeyiz sandığına.
Ben bu mektubu yazmaz olaydım baba, bu içinde ölüm hüznü olan cümleleri öğrenmeseydim, öğretmeseydi kimse bana okuma-yazmayı. Görmeseydim mesela… Duymasaydım…
Duymasaydım hiçbir ölümü.
Artık kuşların cıvıltısı da yok, ormanlar yakıldı çünkü. Şehirlerde köşe başları tutulu, saçakların altlarına yuva kuruyor mermiler.
Desem ki; kimse yaşlanmıyor buralarda inan, çünkü erken yaşta ölüm türedi.
Dünyada bizi ölüm kadar hiç kimse sevmemiştir diye içleniyorum bazen. Hani abarttığımı, haksızlık yaptığımı düşünebilirsin ama saysam kaybettiklerimi, boğazımda bir kör düğüm hesabı kilitlenir hıçkırığım.
Sırtımı dayayabilseydim sana! Yani ölmeseydin eğer, belki bu kadar kırılgan, bu kadar umutsuz, bu kadar yitkin olmazdım.
Ekmeğin kokusunu duymak değil mesele, suyu gölden içmekte. Sığınmak işte, bas baya baba sıcaklığına, duymak o kokuyu…
Ağırlaştı her şey, sokağın adı fark etmiyor “Özgürlük” sokağı olsa ne yazar, uğur getirsin diye mavi boncuk takmakta kar etmiyor, mesela işliğimize muska iliştirsekte kötülük uzak durmuyor.
Abanarak yaşamak istediğim için değil ha! Bu dünya bizim değil, dünyayı sahipleri olan çocuklara böylemi bırakacağız?
Bomba mı bırakacağız? Savaş uçakları mı? Çıldırmış bir intikam mı? Kezzap suyu mu? Tazyik mi? Bebek dişi gibi keskin bıçaklar mı?
Böyle bırakıp gitmek, ağır geliyor bana baba!
Güneşi boyayarak bir çocuğun hayaliyle, iki dağın doruğuna bırakmak varken, bırakıp gitmek günah gibi geliyor bana.
Köy deresinde balıkların kaçışını izlemek varken, gidip ölümü öpmek tembelliktir sanki baba.
Kanas yağı icat edilmeseydi be baba! Demiri ışıl ışıl etmeseydi.
Yaşardı o vakit çocuklar belki.
Sen gideli, kaç çocuk öldü girdabında bu savaşın. Kekre acılar içinde cümle-alem. Ölüm sırası babalara gelmiyor bu savaş icat edileli ama Çocuklar yatar boylu boyunca kabir odalarında.
Çocukların ellerinden mi öpsem? Senin gözlerin den mi? Şaşırdım kaldım!
Anneler, çocuklarının cansız bedenlerinden öpüyor ya da tabutunun üstüne kapanıyor, acıların kesrevan rengiyle.
Gaz bombasından yaratılmış bulut hazneleri şehrin üstünde.
Ve çeşit çeşit savaş makineleri.
Şimdi cezaevlerinde açlık grevleri… İftarsız, sahursuz ölüm oruçları… Ezansız, teravihsiz ve bunlar halis muhlis Müslüman çocukları.
Biraz ölüm dursun diyorlar. Sadece ölüme kafa tutuyorlar. Ne teleferikli dağ gezintileri, ne şatolar, ne şatafatlı kasırlar, ne sömürmek ne sömürülmek istiyorlar.
Buralarda ahval budur.
Son havadisler yine ölüm içeriyor. Silah sesleri, ölüm makineleri, başkada bir şey yoktur…
Selamın en hassı, hasretin en koyu rengiyle kal babam…