Kışları yağışlı, soğuk ve elektriksiz
Yüksekova’dan söz edilecekse sanırım en uygun tarif şöyle olur “Kışları yağışlı, Sisli, Kirli havalı, Soğuk/Dondurucu, Susuz ve Elektriksiz”
Ama en çokta şunu ilave etmek lazım: Halden bileni yok
Yolum kapalı dese: "Alet/edevat/ekipmanımız yetmiyor."
Suyum yok dese: "Para mı veriyorsun?"
Elektriğim yok dese: “Kaçak Kullanma”
Hava kirli dese: "Ben bilmem, torbada yazılana bakarım"
Çocuklarım üşüyor dese: "Soba yak"
Param yok dese: "Çalış" derler…
Sadece eldeki verilere bakılarak Yüksekova yurttaşının açlık sınırı altında yaşadığının resmi görülecektir. Bu resim yüzdeliği % 70’ler de seyredecektir eminim.
Sosyal yardımlaşma birimleri ve sosyal güvenlik kurumu verileri insanların nasıl bir açmaz içinde olduklarının resmi olmaya yetecektir.
Yanı sıra yerel yönetimdeki kadroların halkın genel durumunu izah edecek istatistiki bilgileri de envanter olabilir.
Anlayacağınız Yüksekova algılara yerleştirilen ve genel bakışa mahkum edilmiş bir yer olmaktan başka şey değil.
Türkiye arenasının algısına, varlıklı/zengin diye kazılmış.
Bu biraz yerel halkın şatafatı sevmesinden kaynaklıdır, kendini olduğunun çok üstünde göstermesi, düğün derneklerinin kültürel dokudan uzaklaştırılıp parasal/kapital bir gösteriye dönüştürülmesiyle alakalıdır biraz da Türkiye medyasının bu gösterileri kendi tirajına malzeme etmesine bağlıdır.
Haberin merkezindeki Yüksekova olunca, Türkiye arenasının inanmaması için hiçbir neden kalmıyor ki yereldeki insanlar da yaratmış oldukları bu suni gösteriye inanıveriyorlar.
Önyargıya dönüşen bu algılar ve inanışlar Yüksekova’nın her türlü gelişiminin önünde bariyer olmaya başlıyor.
Doğal olarak Sınır ticareti yapan % 1 oranındaki kesime onlarca müfettiş, yüzlerce soruşturma, dava dosyaları açıldığı gibi trilyonlarca ceza yağdırılıyor.
Kaçak elektrik kullanılıyor diye ceza mantığının sınırları aşılıyor.
Eylem ve etkinliklere, öldürme dahil her türlü şiddet, baskı, yaralama, tutuklama, cezalandırma, dava sürme mantığı egemen oluyor.
Adeta bu zorlu coğrafyada “zor” ve “zorbalık” bir adet haline geliyor.
2110 rakımda tanrının huzurunda, devletin huzurunda, dünyanın gözleri önünde dönen bu bilmecenin tek zarar gören kesimi yine Yüksekova ve Yüksekovalı oluyor.
Yine borç yaşayan, yaralı yaşayan, hüzünlü yaşayan ve bir yandan da onuruna sahip yaşayan Yüksekovalı oluyor.
“Dostuna yarasını gösterir gibi” mısrasının geçtiği Ahmed Arif şiiri, Çukurova yaşantısının zorluğuna göndermedir ama bu gün Yüksekova’sına çok büyük bir benzeşme içeriyor.
Bir mısrasında:
“Ünlü mahpushanelerinde Anadolu’nun
En çok Çukurovalılar mahpustur,” der.
Tıpkı bu gün Yüksekovalıların Türkiye’deki tüm modern zindanlarında bulunuyor olmasına bir özettir sanki.
Çünkü hayat yakalama fırsatı tanınmamıştır.
Ne üretime dair fabrika ne ticarete yönelik potansiyel ne siyaset yapmaya yönelik eşitlik yoktur.
Kutuplar ve kutuplaşmalar.
Bir de jilet kadar keskin soğuk mevsimler, yaprağı yakacak kadar sıcak aylar…
İşte bunlardan ötürü bir sonuca varmak oldukça zor ve uzak görünüyor.
Ama imkansız değil. Önümüzdeki zorlu virajları aşmak için sanırım yine Yüksekova’nın ve Yüksekovalının kenetlenmesi elzemdir.
Elimizdeki kaynakları, orantılı kullanmak kaçınılmaz olarak önümüzde duruyor.
Elektriği tasarruflu kullanarak kendi çözümümüzü kendimiz yaratacağımız gibi suyu da aynı mantık çerçevesine oturtup birleşik komin yaşamı pratikleştirmeliyiz.
Aksi halde kendi öz gücümüzün dışında çözüm beklemek bundan önce olduğu gibi bizi hep hayal kırıklığına uğratacaktır. Tüketimlerimizde alışkanlıklarımızdan vazgeçip gerçek kimliğimizin zeminine oturtmalıyız.
Kışları yağışlı, soğuk ve elektriksiz, yazları kavgalı, ölümlü…
Bunu değiştirecek bir biziz, başka biz yok. Halimizden bir biz anlarız bir de biz…