“Işıksız Yıllar” üzerine
Bu aralar “evde kal” çağrılarının, salgın işsizliğini yaşıyorum. Kitap okumak için de paha biçilmez kıymetli zaman bu açıdan. Ayrıca, Gever için Mart kışındayız.
Covid-19 salgınının eve hapsettiği yaşamı içselleştirdiğimiz şu sıralarda, kargo ile elime ulaştı “Işıksız Yıllar”. Şerif Kaplan dostun kalemini sürgündeki aşk “Şiliya"dan tanıyorum. Canlı bir hafızadır bu yönüyle. Ve serbest söyler, cesur söyler, tabu değil her kelime yalındır onda.
…
Modern çağ vahşileşmesi epeydendir devam ediyor. Kafa kesme, sokak ortasında infaz, darağaçlarında asma, elektrik sandalyesi, vahşice parçalama, diri diri yakma bir kaç çağın icatları olarak tarihin kodlarındadır.
“Işıksız Yıllar” Kudbettin’e adanmıştır.
Ve o tanıdık kalemin Işıksız Yılları modern çağın yalın barbarlığının röntgeni niteliğindedir. Yaşayarak, hissederek, duyarak, o en kıpırtısız yaprağın dahi içindeki acıyı açığa çıkararak sunuyor okuyucuya.
Kitabın girişinde, Lavoisier’in giyotine götürülüşü sırasında arkadaşına söylediği şu, “Lagrang, gel buraya, beni giyotine götürecekler, kellem sepete düştüğünde gözlerime bak, eğer sana iki kez göz kırparsam, bil ki insan öldükten bir süre sonra beyni hala çalışıyordur.” cümlesi, akıl ile akılsızlığın çatışmasının trajik ambiyansıdır.
Diyarbakır işkence hanesinden Cizre bodrumlarına, yeri göğü inleten acının içindeki sızıyı duyabiliyor insan okurken.
Ancak insanın yaşadığı yeri, doğduğu evi, yürüdüğü sokağı, ceddinin mezarını, ninesinin aşkını, yediği yemeği, yaşadığı platonikleri, kavgasını bırakıp gitmek için nasıl ağır bir sebebinin olduğunu anlamak zordur.
Toplayıp tüm hatıraları, yaşanmışlıkları, dahası “kendini” alarak, kendi kendine gitmeyi hangi neden gerektirir sorusunu cevaba kavuşturmak kahreder insanı.
Amansız hastalığın pençesinde parça parça dökülürken Hiloç, Zabel’i sabahları, baharları olmayan bir yaşamda yalnız bırakır. Abluka zamanlarında Zabel, tüm olup bitenlere, yer imleriyle (Camiiyle, Kiliseyle, Bazalt taşlarından evlerle) görünen yalnızlığı ile tanıklık eder. Aşkın divaneye, görüp geçirenlerin “deliye” yorduğu bir hatıra defteridir aslında Zabel.
Varlığı ile kalabalık, konuştukları ile geleceği yoran kâhindir. İçinde Hiloç’un olduğu, Hevsel bahçelerinin olduğu, Dicle’nin olduğu, surların olduğu terli toprakların olduğu koskocaman bir yalnızlıktır Zabel. Sonrasızlıktır belki de… Ucu bucağı olmayan bir ufuktur kim bilir?
Soro’yu, geçtiği yerlerden aramak ise çocukluğundan kalma bir mirastır Zeyla’ya…
Soro, Rıhan’ın rahmine düştüğü günden önce yazılan ve asla “kader” olmayan bir yaşamın yürüyüşçüsüdür. Karlı dağlarda, iki göz ve toprak damlı köy evinde dünyaya gözlerini açarken çıkardığı çığlıktır. O çığlığın hiç dinmediği, milim milim büyümesiyle yükselen çığdır. Güneşin yaktığı tendir Soro. Onu aramak, onun yürüdüğü yollardan geçmek, büyüdüğü “yatılı terbiye okulunda” bulmak, uzandığı ranzanın lama demirinde izini aramak zahmetlidir.
Alfabelerdeki kelimeleri bir araya getirip, “Koş Ali Koş” fişinde bulunmaz.
Okul piyeslerinde yoktur.
O, “Devlet babanın Baba adamlarınca” göz hapsindedir. Çelik dolabındaki gravat, takım elbise, don içine sokulmak istenilen ama onların içine sığamayacak kadar düşünedir. Tehlikelidir her yaşıtı bura insanı gibi. Soluk, nefes gibi ensesindedir gözler.
Arka bahçede içtikleri sigaranın dumanına kadar tehlikelidirler.
Kelepçe fazla, sürgün azdır ona.
“Faili kayıp” meçhul olur onun için. Ana rahmine düştüğü baba evinde gömülü kemiktir.
Herkes arar ama hiç kimse bulamaz. Karnını deşer gibi evlat aramak analara havale edilir.
Işıksız Yıllar, gökyüzü tanrısının gözleri önünde cereyan eden yaşamların tanıklığını elinden alan bir hafıza, lamba ışığında yazılan anı ahtır. Bilmezlere anlatılamaz. Bilmek isteyenlere tonlarca dram ve milyonlarca sorudur.
Kalbin içine damla damla gözyaşıyla kazılan mezardır.
Bir kitaptan, bir romandan çok hâlâ sürmekte olan olağan üstü yaşamların başlangıcı sanki.
Hiç değişmeyen, değişmemek üzerine ant içen karanlık işte!
Hiç!
Ama etiyle, tırnağıyla, kemiği ile var!
Bu roman bir devrin değil, tüm devirlerin toplandığı ağudan sayfalardır. Taş duvar gibi üst üste konulmuş zulüm duvarlarının altındaki gerçeğin romanıdır.
Nefessiz bırakır, soluğunu keser insanın.
Yad elde bir çocuğun, yanına aldığı bir başka çocukla babasını ararken, babasının yaşadıklarının capcanlı film fragmanıdır. Kısa ama uzun yaşamların kan-revan lığıdır.
Hasretliğin karardıkça karardığı, sabrın çat diye çatladığı o lahzadır.