İçerde kalan yazılar: Depremin Hatırlattıkları
O gün yine yağmur yağıyordu, zaten son bir aydır her ne hikmetse yağmur durmuyor. İklim mi değişiyor ne? Bulaşıkları yıkadım ve demir ranzaya yaslandım. Önce, az önce okuduğum gazetedeki “Piyango devlete vurdu” başlıklı haberi düşündüm. Ha bire sözü edilen seksen iki milyonun nasıl piyango bileti kuyruklarına giriyor? Öyle uysal, sessiz “kaderimse çekerim” razılığı. Sanki yılbaşı özel çekilişinde dağıtılacak ikramiyenin tamamı çıksa, yaşadığı sessizlik sefaletinden çıkacakmış. Yani özgür bir yaşam sorgulayabileceği bir hayat içine girebilecekler hesabı. Şimdi Türkiye’de yaşayan kesimlerin arasında para saymasını bilmeyen milyonerler, sokakta yaşayan kimselerden özgür mü? Yaşıyorlar falan düşünüyordum. Tepesinde devletin ağır şiddeti varken, kim ayrıcalıklı yaşayabilir ki? AVM’lerde alışveriş, rezidanslarda, villalarda yaşamak, tuğla damlı kondu da yaşamak, bitpazarında alışveriş yapmak arasında eğer bir fark varsa o da kendini avutmaktan ibaret bir şey olur. Ama asıl mesele şudur ki haberde o noktaya odaklanıyor. Toplanan piyango paralarının devlet kasasına giriyor olması…
Aynı gün Rojev’den de mektup gelmişti, biraz da o mektubun söylediklerinde kaldı aklım. Motive edici, sıcak, kendinden emin, yazmasını bilen ve hatta kulağı çoktan geçen boynuz olmuş o satırların sahibi.
Tam o esnada altımdaki demir tabakadan yapılmış ranzanın “tık” diye bir ses çıkardığını ve sarsıldığını hissettim. Dalıp gitmenin verdiği uyuşuklukla, ilkin koridordan geçen bir ağırlığın çarpması gibi düşünsem de kısa sürede deprem olduğunu anladım ve yerimden kalktığım ana kadar da sallantı devam ediyordu. Avluya açılan kapı ile aramda dört adım vardı, kapıya dokunduğumda da hâlâ sarsılma vardı. Avluya adımımı attım. Yağmur serpiştiriyordu. Etrafı dinledim, pek deprem olmuş gibi bir hareketlilik ya da seslilik duymadım. Daha fazla ıslanmamak adına içeri girdim (zaten şiddetli bir deprem olsa, avluda olmak da ortaya bir fark çıkarmadı çünkü avlu duvarları ve üstündeki jiletli tel devrilme anında direk üstüme inerdi). Bu çok yüksek duvarlar ya da üstümdeki beton tabya arasındaki fark çok büyük değildi. Nedense içinde bulunduğum ruh halinin vermiş olduğu psikolojiden dolayı duyduğum bir sarsıntı olabileceğine kanaat ettim ve o defteri kapadım. Hani böyle yağmurlu günlerde, insan, uzandığı yerden mayışıp rüya – hayal karışımı bir dünyaya girer ya, belki öyle bir durumdur deyip geçiştirdim diyelim.
Yeni okumaya başladığım “Müebbet Aşk” romanını almak üzere uzandığımda gözüm, pencerenin pervazına dayadığım, sol başta İdris, sırasıyla ben, Aynur ve Azad’ın olduğu fotoğrafa takıldı. Acemi birliğinde çekilmiş ama içinde hayattan da ağır bakışların olduğu o fotoğrafın hikâyesinin yazılmasına çoktan başlanmıştı. Çok eski yıllardan adım adım hayata basarak, Allah’ına kadar yüreğe çekilerek büyümüş ve ondan sonra deklanşörün karşısına çıkılmıştı. Yine de fazla kalmamak istedim o fotoğrafın içinde ama kalıp bir deprem hissi daha yaşamak korkusu sardı ve elime geçen kitabı alıp sayfalarını, ‘Cici Bebe’ bisküvisinin ambalajından yaptığım ayraçtan araladım. Kitap okumak gibisi yoktur. Sayfaların arasında ilerlerken, kendinle yarışıyorsun. Sorguluyorsun, bazen kahramanın yerini alıyor bazen o yazılanların arasında kendini kovalıyor ya da bulmaya çalışıyorsun. Yalnızlığın, kalabalığın hayattaki karşılıklarını ve o karşılıktaki gerçekliği irdeliyorsun. Bu dünyada hayatı insana dar eden insanların ruh katlarındaki kopuşu, egoyu bulmaya çalışıyorsun. Kendi kendine bir düzen oluşturanların, yanı sıra lastiği patlak araç gibi sürüklenenlerin, bohemlerin dünyasına konuk oluyorsunuz.
Bu gün telefon görüşmemde “Depremi hissetin mi?” dedikleri ana kadar o gün olanı unutmuş, kendi yerleşik düzenimin içinde hayatıma devam ediyordum.
Meğerse benim hissettiğim bir gerçekmiş ve dışarıdakilerin haberi olmuş, ama her ne nedendense cezaevinde bir telaş, bir kaygı ifade edecek ne o gün, ne sonraki günlerde duymadım. Cezaevi idaresi de bu konuda bir bilgilendirme ya da hatırlatma gereği duymamış. Yani, ölçeği her ne olursa olsun, bir deprem olmuş ve o depremin vermiş olduğu sarsıntı hissedilir şiddette ama bunu size, içinde bulunduğunuz hapis koşulları her ne olursa olsun, biri söylemiyor. Garip bir şekilde hücreme gelen gazete havadisleri arasında da geçmiyordu. Belki “Yüksek Güvenlikli” kastıyla depreme karşı özelliği de vurguluyordur. Ancak her ne pahasına olursa olsun, bununla ilgili bir izahatın olması insani sorumluluk ve kanuni bir mevzudur da.
Bu olandan şunu çıkardım: ülkeyi kasıp kavuran yönetim her ne yapmış ise yapmış, bütün bir toplumu kasıp – kavuran bir vurdumduymazlığa, bir sessizliğe, bir tepkisizliğe, bir ölüm haline sürüklemiş. Sanki insanların bedenlerinden tepki veren tüm sinir damarları büyük bir operasyonla alınmış ve üstü bandajla kapatılmış. Kıpırdadığı zaman bandaj açılacak ve açılan yerlerinden kanama olacakmış. Olup bitenler çoktan kendi duvarlarının arasına çekilmiş görünüyorlar.
Galiba dışarıda olup bitenlerin karşısında bu konuya içerlenmiş olmam da benim normal bir insan olmadığımın belirtisi.
Türkiye’de kadın cinayetlerinin ardı arkası kesilmezken ve bu cinayetlere karşı duyarsız kalınmışlığının tablosu ortadayken, elbette benim ve benim gibi içeride olanların başına gelen bu olay konuşulmaya bile gelmez. Gerçekten de gazete sayfalarını açmaya korkuyor insan. Her gazete geldiğinde “bu gün bir cinayet işlenmemiş olsun” diye geçiyor içimden. Eşinden ayrılma kararı almış kadınların, çocuklarıyla ya da çocuklarının gözü önünde katledilişlerini okurken ürperiyor insan. Vahşileşmiş erkek egemen hegemonya artık yaşam şansı da bırakmıyor kadına. ‘Saçına’, ‘eteğine’, ‘rujuna’, ‘yürüyüşüne’ takmış olmanın getirdiği körlük ve bu vahşetlerin oluş biçimine bakıp kılı kıpırdamaya kanun adamları. Kadınların emeği, bedeni istismar konusu edilip, canları hunharca alınınca, kapanıp dünyalarına “bana ne” moduna giren çoğunluk bu vahşetten bir gün gelip kapısını çalmayacağına emin gibi rehavet içindedir. Kavgasını “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” dan da öteye bir çukurun içine girerek unutmuş, kendisinden vazgeçmiş bu çoğunluğun içindeki cinayet şebekelerinden söz ediyoruz tabi. Birilerinin komşusu, oğlu, kayını, kardeşi, ağabeyi, kuzeni tam da o sessiz çoğunluğun içindeki kimselerin hayatından söz ediyoruz. Katledilen de, katledenler de toplumun tam içinden, tam ortasından, göz göre göre kanayan bu yara aşağı yukarı bu toplumun bireyleri.
Roboski’de katledilen çocuklara ses çıkarmayan, bombalarla parçalanan Kürt çocuklarına, dövülen, tartaklanan, yok sayılan Kürtlere ses vermeyen. Nasıl olsa Kürt’türler!
Cemaat yurtlarında tecavüze uğrayan çocukları duymayan, görmeyen, bilmeyen; Nasıl olsa çocukturlar!
Sınır boylarında donarak ölen, denizlerde boğularak, hatta Van Gölü’nde alabora olmuş teknede ölen, emeği sömürülen, hedef gösterilen, üzerinden korkunç para kazanılan; Nasıl olsa mültecidirler!
Fabrikalarda, merdiven altlarında, rutubetli – sağlıksız ortamlarda çalıştırılan ve asgari ücret dahi verilmeyen; Nasıl olsa yoksuldurlar!
Gün yirmi dört saat ayakta çalışıp, sigortasız ve açlıkla karşı karşıya bırakılan; Nasıl olsa öğrencidirler!
Gel gelelim sanayiyi ayakta tutan ve bir vardiya bile çalmasa aç kalacak, çocuğunu okula gönderemeyecek ve yine bir vardiya çalışamasa makineler duracak olan o işçilere… Asgari ücrete razı, sendikaya razı olmayan, işçiye…
Nasıl olsa işçidirler!
Ve nasıl olsa diyerek göz yumulan ile göz yuman; aslında, o meşhur seksen iki milyondur. İşçisi de, emekçisi de, kadını da, genci de, çocuğu da o seksen iki milyon. Şimdilerde zulümde meşhur olmak için mülteciye kapı açmak dışında geri kalanın tamamı meşhur seksen iki milyondan oluşturmaktadır.
Çarşıyı ve sokağı aydınlık tutan, siftah etmeden evine giden, sigorta prim borcunu veremeyen, çekini ödeyemeyen, elektriğe, suya, kiraya borcu olduğu halde dünyaya kapanmış olan esnafta o seksen iki milyonun içinde.
Onun için bana depremin olup olmadığını söylememiş yapıya kızmaya gerek kalmıyor; bunca ezilen, bunca hor görülen ve bunca sesi kısılan varken.
2’Nolu C.İ.K. / C-26
Elazığ