İçerde kalan yazılar: Ayı Yavrular mı? Yumurtlar mı?
6.8 şiddetindeki depremin üzerinden, bu gün itibariyle yedi gün geçmiş… Sabah, bardaktan boşalırcasına yağan, çatıdan avlu tabanına hınçla inen yağmur suyunun çılgın şarıltısı – şaplamasıyla güne başlıyoruz. Saat sekizde sayımda, sayılacağız. Sayacaklar ikimizi. Hücre, güneybatıya bakıyor. Pencereden bizim payımıza düşen gökyüzü kapkaradır şimdi. Yağmur, hızından bir şey kaybetmemiş… Yataktan çıkıyoruz henüz sayım anonsu yapılmamış. Çift cam ve parmaklıklar arasından yağan yağmurun çıkardığı sesi dinliyoruz. Ressam, tuvaline kalın fırçayla siyah ve beyaz boyayı karıştırarak kara – gri arası bir ton yaratmış gökyüzünde. Karakışın bu netameli ayı, Ocak, namına yakışanı yapıyor. Hücrenin “yaşam alanı” denilen yerde karanlığı, mecburen uzun çiftli ledleri (floransan) yakarak aydınlatıyoruz. Birazdan sayım için bizi saymaya gelen gardiyanları bekliyoruz. Dünden kalma gazeteyi, plastik dikdörtgen masaya seriyoruz. Yine dünden kalma yüz gramlık bayat dürüm ekmeğimiz, birer yumurta ile yirmi tane siyah zeytinimiz var. Semaverin on dakikada kaynayan suyu ile “Erban” çayımızı demliyoruz. Van kahvaltısına nispet kahvaltımızı yapacağız.
Yağmur, şiddetinden bir şey kaybetmemiş. Gecenin köründen beridir yağıyor. Hava, buna mukabil sert ve kalorifer peteği ılıman. Kalın giyiniyoruz, daha doğrusu elimizdeki giysileri kat kat giyiyoruz, neme lazım üşütüp hasta düşmemek gerek. Tam da Elazığ’dayız, üşütüp Elazığ’a gittiler demesinler sonra. Bu zamanlar böylesi dedikoduları yapmak için pusuya yatmışları göz ardı etmemek lazım.
Sayım bittikten sonra, “Erban” çayının demlenen kokusu iyice belirginleşmiş ve hücrenin her zerresine yayılmıştı. Benim için soğuk, idare için normal havada krallara layık kahvaltımızı, dün yaptığımız telefon görüşmesinden aldığımız memleket havadislerini konuşa konuşa yaptık ve bulaşıklarımız, bulaşık makinesi! Pardon, emaye tezgâhın lavabosuna yerleştirip, yıkamaya başladık. Yağmur, kuvvetinden hiç ödün vermiyor. Yağdıkça yağıyor… (Bu sırada aileden aldığımız bilgilere göre, cezaevi idaresi deprem ile ilgili bilgilendirme yapmamış)
Saat 10.00’a doğru yağmur durur gibi oldu. Zemindeki sular mazgala boca olmuş, yüzey şapının kalktığı çukurlarda dinlenen yağmur suyu hariç, kurulanmış oldu. İkimizde okumadayız şu an, yani kitap okuyoruz. Cihan başkan, Kent Deneyimi’ni okuyor, ben ise Çanlar Kimin İçin Çalıyor’u. Öğle yemeğine kadar okuduğumuz kitaplarımızı bir kenara bırakıp biraz dinleniyoruz yemek sonrası. Saat 13.00 – 14.00 arası avluya, volta atmak üzere, çıktık. Cam soğukluğundaydı hava, on beş – yirmi dakika yürüdük, bu kez kar kıvılcımları düşer gibi oldu. İçeri çekildik. 15.00’a doğru, gökyüzü açtı. Mis gibi bir mavi ve sımsıcak bir güneş parıldadı. Hücrenin kuzey duvarına yapışan güneşi kaçırmamak adına orayı, çeperimiz haline soktuk. Demir parmaklıkların ve çift camın kalınlığından içeri giren bu nazlı güneş ısısını, bedenimizde hissetmek için canlı poster olup yapışmıştık duvara. Epey bir zaman sürdü bizim güneşe karşı canlı posterliğimiz. Şaşırtıcı hava durumu karşısında pozisyon alıyor ve zamanımızı ona geçiriyoruz. Normalde Cuma günleri hafta içinde gelen tüm mektuplar verilir; bu hafta talihimize olsa gerek, hiç mektup gelmemişti. Demek ki, bu hafta dışarıda da her yer buz gibi hava ve deprem havadisleri ile yoğunlaşınca, mektuplar bir başka haftaya ertelenmiş oluyor.
Günü akşama sürüklemiş, artık geceye doğru yol alıyorduk. Tabi bir kez daha sayım gerçekleşecek akşam 18.35’te. Kitaplarımıza kaldığımız yerden devam ediyoruz, dışarıda hava şu an sakin görünüyor. Çay ve “Cicibebe” bisküvi molası verdik bir ara, sohbetimizi de derinleştirdik. Geceye doğru ilerlediğimizde, elimizde kitaplarımız vardı. 21.00 sularında dışarıya bakındık ki, ne bakınalım! Hapishaneyi aydınlatan projektör ışıklarının, aydınlattığı yerden, doğuya doğru bir tipi. Rüzgârın önüne kapılmış çatıları yalayarak son hızla gidiyordu. Işığın kapladığı tüm sahada, biri bir diğerine değmeden, kar taneleri uçuşuyordu, hatta kaçışıyordu. Hayli vakit hücre penceresinden o kaçışan tipili kar yağışını seyrettik; kitaplarımızı bir kenara bırakarak. Nasıl bir acelesi varsa rüzgârın? Tufanı önüne almış, sürüklemeyi epey sürdürdü.
Her nedense, bugünkü hava durumu bizim oralarda söylenen bir söylenceyi aklıma getirdi. “Bir gün çoban ile arıcı denkleşirler. Oturup çay muhabbetine dalarlar. Konuşmalar birbirini kovalarken, konu ayıya gelir. Çoban, “Ayı çok garip bir hayvandır. Yaz boyunca dağ – dere dolaşıp durur. Zaman zaman ot yer, leş yer, balık yer, bal yer, armut yer, ceviz yer; yakaladığı yaban hayvanlarını, kurt – kuş ve bazen sürüye dalıp, alıp götürür eline geçirdiği hayvanımızı. Kış gelince de yumurtlamaya başlar ve yumurtaların üzerine oturur. Tıpkı tavuklar gibi kuluçkaya yatar ve bahara doğru yavruları, yumurtadan çıkar. Bunu duyan arıcı hemen atılır ortaya, “Bilemedin” der. “Ayı tüm dediklerini yapar. Yani beslemek için bütün bahar – yaz – sonbahar boyunca bulduğu her şeyi yer, bazen bizim kovanlara da dadanır ve balımızı çalıp, yer. Çok seçici olmasına karşın, aç kaldığında leşlerden de beslenir. Bu mevsimlerde yediklerinden, vücuduna depoladığı yağlar sayesinde kış uykusuna yatar. Yavrularını da tek başına büyütür.” Bunun üzerinde tartışmaya başlarlar, tartışma çok sonra yerini bir kavgalı mücadeleye terk eder. Birbirlerini iyice hırpalarlar. Yine yenişemezler. Kan ter içindeyken akıllarına gelir, “Madem bilmiyoruz, gidip ağaya soralım” der çoban. Bunun üzerine çoban, bir kuzu ve arıcı da birkaç petek bal alıp yola koyulurlar. Yanlarında getirdikleri kuzuyu ve balı, ağanın avlusuna bırakıp, ağanın huzuruna çıkarlar. Aralarındaki iddialaşmayı en başından, bir bir anlatırlar ağaya ve sorarlar, “Ağam, ayı yavrular mı, yumurtlar mı?” Ağa bilgiç bir havayla gerinir. Sırtını duvara dayalı yastığa iyice dayar. – Aslında ağa da bilmemektedir ayının yavrulayıp ya da yumurtladığını – ama bilir bir edayla sesini yükseltir ve başlar söze, “Ulan zibidiler! Size ne ayının yavrusundan y ada yumurtasından. Ayı hür bir hayvandır. İster yumurtlar, ister yavrular. Kalkın şimdi, gidin yalnız bıraktığınız hayvanlarınıza yetişin, ayı gelip yemeden.”
Bunu duyan ve cevapsız kalan çoban ile arıcı, gerisin geri, dizüstü, kapıya gidip ortalıktan kaybolurlar. Tabi, ağa da gelen kuzu ve balı iştahla yeme keyfine ulaşır. Tabi çoban ile arıcı ne yaptılar, ne ettiler bilinmez. Gerçekten de, yalnız bıraktıkları hayvanları ne oldu sorusu cevapsız kaldı bizim tarafımızdan.
Biz de geldik bu günün durumuna; öyle garipsediğimiz, anlam veremediğimiz değişken havaya. Gülerek, takıldık birbirimize, Mikail bu! İster yağmur yağdırır, ister güneş açtırır, bize ne! Dönüp kendi havamıza ve tutukluluğumuza yoğunlaşalım… İster tahliye ederler, ister “tutukluluğun devamına” derler…
İrfan SARİ
Yüksekova Belediye Seçilmiş Eşbaşkanı
Ocak 30, 2020, 2 No’lu C.İ.K/ELAZIĞ