İrfan Sarı

İrfan Sarı

Gülse’nin sustuğu yer

Gülse’nin sustuğu yer

Yapraklar dallarına tutunamayacak kadar takatten düşerdi. Çünkü, mevsim güzdü ve dağların başına kar yağar... yağar… yağardı…

Misafirperver coğrafyanın yükseğine çelik pulu kadar soğuk bir hava hakimdi.

Soğuk insan ciğerine geçercesine sinsi sinsi yayılırdır dağları, vadileri, nehirleri, sırtları, tepeleri…

Sokağın başında bir jandarma dipçiği gibi dururdu. Onun için başında puşi üşürdü Gülse.

Yere düşen yapraklar yaramaz çocukların koşmaları gibi rüzgarın savruntusunda bir o yana bir yana savrulup duruyordu…

Böylesi bir savruntulu sonbaharda Yılmaz onların evlerinin yokuşundan inmiş ve bir daha da dönmemişti onun için Gülse sokağın başında durmadan o yolu gözlüyordu, her sonbaharda bu beklenti kendini inatla çoğaltırdı.

Onda kalan yarısını bulmak için beton kolonlar gibi yıllara inat hep o sokağın başında yağmuru, rüzgarı, güneşi içerek kar altında kalarak durmadan yaptı bunu.

Kalleşliğin diz boyu olduğu, tan vakitlerinde çocukların babasız kaldığı, anaların yüreğinin magma gibi akıp küle döndüğü o vahşet zamanlarıydı.

Yılmaz haki parkesini giyinip çıkmıştı evden, bunu her sabah yapardı. Gider dükkanını açar lahmacun fırınını tutuşturur öğlen için servisini hazırlar ve rızık beklerdi. Ama o gün dükkanını açamadı ve bir daha da onu gören olmadı.

Gülse, yüreğinin tutunduğu bu adama bir gün aşkını ilan edecekti, her ne kadar da bu yerde bu görülmese de… Kaç gün kaç zaman bekledi, işte o gün söyleyecekti, karar vermişti. Ama o sabah ve sonraki sabahlarda göremedi… Kimseler de görmedi.

Gülse’nin sessiz hıçkırıkları çoğaldı, gecelerine uğramaz oldu uykular, rüzgarları sırtlayan ormanlar gibi sokağın başını mesken tuttu. Buralarda bir kadın sesini böğrüne gömer konuşmazsa bilin ki isyan son istasyonundadır. Hiçbir tren uğramaz hiçbir yolcu gelip geçmez.

Rüyalarına sıcacık bir bakış sırnaşmadı. Hep duvarın arkasındaki belirsizlik, hep çaresiz bir bekleyiş…

Sessizliğini açan bir anahtar bulunmadı.

Desem ki bir aşk sebebine diyemeden kendini delirdi yeridir.

Yılmaz, icat edilmiş bir barbarlığın kaybıydı. Evlerde, sokaklarda alçak bir sesle söylendikçe bu kayıp hadise Gülse sokağın başına bıraktığı bitmez tükenmez bakışını daha da uzattı.

Bir aşkın sınırsız eylemini yüreğinden çıkarıp arsız dünyanın gözüne sokuyordu.

Tak başına sevdiğinin başında bekleyen mezar taşı gibi… Kırık bir oyuncakla durmadan doyumsuzca oynamaya benziyordu bu bekleyiş…

Aşk hiç bu kadar aşk olmamıştı…

Ne acıdır insanın bildiğini anlatamaması, içinde bıçak bıçak, içinde mızrak mızrak oynaştığı ilk gün gibi saklı tuttuğu aşkı anlatamaması… Ağlayamaması ve gülememesi…

Kim, hangi güç insanı kitler suskunluğa? Umutsuzca da olsa bir bekleyişe kim çarpar insanı?

Sorular karşılığını suskunlukta aradıkça bu bekleyiş yıllara kadar yükseldi. Yıllar insanların hayat raporunu durmadan bozuyordu hala… Durmadan failler meçhule yoruluyor, meçhullerde ortalıkta dolaşıyordu… Kıyım kader, kader ise defterinde duruyordu.

Gülse, gençliğinin simsiyah saçlarını beyazların altına gömmüştü. Yüzüne bir depremin fay hatlarından kırışıklar getirip düşürmüştü. Zaman aynı hızla vuruyordu hala onu. Sımsıcak bir gençlik şarkısı gibi ellerimi tuttuğunda konuşacak sandım… Ama baktı, öyle derin baktı ki susmadım ben. Önce gözlerimden ve sonra yüreğimden küfreder gibi ağladım…

Siz aşkı bile kılıç gibi kesenler, siz de ağlar mısınız bir gün…

Siz Gülse’nin gülüşlerini kesenler, bir gün ağlar mısınız acep?

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
5 Yorum
İrfan Sarı Arşivi