Govend dağında govend
İki bin on ikinin mayısındayız. Dağları taşları askerle dolu, kartal konağı yükseltilerinde karakol olan ve ülkenin gündeminden düşmeyen cennet bir coğrafya yani Şemdinli’deyiz.
Öylesine yalnız ve öylesine kıyısına çekilmiş ki bu şehir çok uzak kalmış. Oysa güneşi çıldırtan bir gökyüzü ve başağı çatlatacak toprağı ile kalbimizin ana yurdudur yani o kadar yakın.
Gitmiyoruz ve gelmiyoruz bu kokusu bakır bir tencerenin kapak kıyısından dağılan yere.
Genç bir yeşil ile örtünmüş toprağın diğer açık tenli yüzü maden doğuracak kadar hacet duruyor. Kokusunu içinize çekiyorsunuz, doyuyorsunuz…
İçinizde bir boşluk oluşuyor, derin mi derin.
Savaşın derinliği, kibirli duruşu vuruyor dışa. Dağların arasına kanser gibi girmiş bir savaş bu kimse kimseye güvenmiyor, biri bir diğerine bakarken tedirgin, ürkek ve acabalarla dolu bakıyor. Oysa dağlar sonsuz bereketle yeşilin en ruhu okşayan tonunu veriyor yeryüzüne. Dağlar darılmaz.
Govend dağının göbeğinin hizasındaydık, yüksek mi yüksek yani.
Güneş şerefine kadar sıcaktı. Rüzgar gezginliğini sürdürüyordu. Nasıl efil efil dağları dolandığını göğsümüze girerek anlatıyordu. Bu coğrafya oldu olası masal tadında bir iklim kavga tadında mevsimler görmüştü hep.
Hayat yola düşmüş ve su olup bu yüksek coğrafyada doğmuştu.
Su dedim ya ırmaklar gibi yıldızlara yakın Govend dağının her yerinden şarıl şarıl akıyordu. Böylesi masalların bile aklına gelmez. Eğilip avuçluyorsunuz akan suyu ve bir avuç dolusu suya bandırıyorsunuz dudaklarınızı kana kana ve bir daha bir daha durmadan içiyorsunuz…
İçinizde kaynamakta olan volkan suyun serinliğine bırakıyor kendini ve sakinliyor. Anlıyorsunuz ki içinizdeki savaş durmuş. Siz savaşı durdurmuşsunuz içinizde ama dışarıda kımıl kımıl bir savaşın ayak izleri, dışarıda bir savaş fotoğrafı.
Birden aklınıza dank ediyor sevmek;
Bu dağları sevmek için büyük kocaman bir yürek gerek. Korkmadan yaşamak lazım bu dağlarda, Govend dağının göbek hizasından baktığınız ve gördüğünüz toprak parçası çekilmiş bir denizden sonraki hali andırıyor çünkü. Kayık tepeye takılmış bir kayık var bir tarafta bir tarafta denizin dudaklarının değdiği son nokta son ufuk çizgisi…
Öyle berbat bir hal içinde oluyorsunuz bu denizi çekilmiş dağ yükseltilerinin arasında çünkü bir yandan da halay durmuş insanların taşa dönüşen halleri var karşınızda öte yandan bir düğünden kare kare geleneksek Kürt erkeklerinin ve kadınlarının giydiği giysiler eşliğinde Kürtçe govend.
Govendin başında dersok ile yapılan bir baş bağı yaşı dağlar kadar eski bir adam.
Dediler ki o müzmin bir bekâr. Savaşın korkunç bir kabusa döndüğü ve arkasından ele avuca sığmaz bir enkaz bırakmasına karşın o yaşam heyecanını hiç yitirmedi.
Savaşın en sıcak yaşandığı bu yüzölçümünde toprağın o halayların başındaki adam olmaktan hiç geri durmadı. Öylesine bağlıydı ki halaya annesinin ölümünde kolu komşu git kefen getir demiş Iraktan o yol boyunda rast geldiği bir düğüne takılır kalır, dördüncü gün döndüğünde taziye bitmiş ve annesi defin edilmiştir artık.
Soranlara hiç yerinmeden “tutamadım içimdeki heyecanı, ben ölümden değil yaşamdan hoşlanıyorum” diyecektir.
Bu dağlar kadar yaşlı adamın çektiği halay Govend dağının efsunlu duruşu gibi yürüyordu. Yaptığı figürler, kırmalar ve sekmeler kendi tarzının yanında sürüp giden kimsesizliğe inat sürüp giden ölüm sessizliğine küfür gibiydi.
Üç yüz altmış derece dönüp kendi kolundaki halayın ikincisine heyecan ile birlikte yenilenmiş enerjisini gösteriyordu.
En çok onun canavar gibi süren savaştan harici kucakladığı yaşam heyecanı kaldı belleğimde. Bu dağlarda kendi otantiğinde hayat akışına kendini bırakmış o adamın kaybolmayan sevdasına tanıklığım kaldı belleğimde.