Dört canın ardından
Sonbahar yağmurlu geçer diyebiliriz. Oysa gelin bizim ellere bakın nasıl da kan ve zulümlü geçtiğini görürüsünüz. Yaprak döker gibi çocuklarımızı yitiririz durmadan.
Her biri filinta, dört canımızı ciğerlerimizi söke söke aldılar daha önceki gün.
Dökülen bu yaprakları bir daha hiçbir ağaç açamaz.
Daha önceki gün;
Bir polis, elini tetiğe basıp dördünü gözünü kırpmadan katletti.
Serhat 15 yaşındaydı. Yaşayacak çok güzel günleri vardı belki. Kim bilir hayalleri gerçekleşince belki tüm katillerde insanca yaşama şansına kavuşacaktı. Kıydılar ona. Bir çocuğun büyümesinden bu kadar korkulduğuna bir kez daha tanık oluyoruz. Yüreğimizi jiletle keser gibi tanık oluyoruz Serhat’ın ölümüne…
Aydın üç hafta önce evlenmişti. Baba mesleği esnaflığı mesken tutmuştu. Umutları üç hafta sonra söndürüldü. Hayatı elinden alınırken, eşinin, ailesinin ve dahi bir kentin canı elinden alındı.
Nejdet haftaya evlenmek üzere hayallerini gerçekleştirecekken bir zırhlı araçtan mermiler ile kendisi ve hayalleri katledildi. Yarasına dokunamadı yari. Sevdası ölürcesine yetim kaldı. Kimse avutamaz artık yarinin sevdasını, hep bir sızı…
Rahmi kocaman yürekli bir adamdı. O Şahê köyünün berrak gökyüzünün altında bıraktı sevdiklerini. Eğer katline ferman okunmasaydı hiçbir veda’ya pabuç bırakmayacak kadar yürekliydi.
Kendiliğinden tetiğe basan silah icat ettiler sonra…
Ama diyesi tutuyor insanın: “Bütün çocukları katletseniz de elbette bir Serhat, bir Nejdet, bir Aydın, bir Rahmi sağ kalacaktır”
Burkuluyor insan böylesi zamanlarda, içinde kırık cam parçaları varmış gibi oluyor. Bir tavşanın arka bacakları gibi hızlı koşamıyor ve kısa elleri gibi de yavaşta olamıyor.
Daralıyor insan, ölümden beter gibi oluyor.
Bu genç insanların mezarına gitmeye bacaklarınız destek vermiyor ama gitmek istiyorsunuz.
İlkin kentleri birbirine kavuşturan ana yollar kapatılıyor, mezara gitmeyesiniz diye.
Mecburen bir ara yoldan hastane morguna varıyorsunuz, matemler içinde her yer. Soğuk bir ışık dolanıyor etrafı. Kimsenin ağzını bıçak açmıyor.
Ardından bir konvoy eşliğinde sonbaharın döktüğü bu yaprakları defin etmek üzere uzun ve yaslı yolculuk başlıyor.
Yas, acı, matem…
Bajırge mezarlığında kızgın ve öfkeli.
İş makinesi kazıyor mezarları ve gencecik bedenlerin üstüne kepçeler dolusu toprak örtüyor. Herkesin üstü örtülüyor aslında canlı canlı.
Anneler aslanlarından koptukları için, sevgililer bir daha olmayacak o gülen yüzlerden ayrıldıkları için…
Herkes hızla ve matem içinde ölüyor.
Toprak bu kadar sabırsız olmamıştı hiç.
Üstüne üstlük heronlar dolaşıyor tepesinde cenazelere katılanların. Adeta bu çektirdikleri acıya gülmek gibi. Mezarlık bu çirkin sesli aygıtın huysuz, şefkatsiz, itibarsız, sinsi kimliğini görüyor. En olmadık zamanda bile acınıza çomak sokmaya, kışkırtmaya çalıştığına şahit oluyor.
Sonbahar dedim ya! Rüzgar, kurumuş otlara dokunuyor ve bir matem müziği karışıyor annelerin ağıtlarına, ağlayışlarına…
Erkekler o bildik erkeler değil artık, o kocaman acının havasına dayanamıyor ve göz yaşlarına boğuluyorlar…
Artık mezarlık gözyaşı…
Ve dua seremonisi.
Eller havaya kalkıyor. Allah görsün diye.
Ama acılar dökülüyor yere, kan akıyor toprağa, gözyaşları değiyor yanaklara…
Toprağa sımsıkı teslim ettiğimiz can parçalarımızın hüznüyle dönüyoruz daha birkaç zaman evvel delik deşik edilen, hurdaya çevrilen şehrimizdeki evlerimize…
Çarşı da sapsarı bir anma! Kepenk kapamalı hem de.
Yüreğimizde ölüm.
Ve başka ölüm haberleri, ambulansların çığlıklarıyla dolaşıyor.
Dursun istiyorsunuz ölüm ama durmuyor.
Kimsenin burun direğinde bir evladın ölüm sızısı olmasın diyorsunuz ama dileğiniz olmayacakmış gibi duruyor zira haber bültenlerine düşenler ve konuşanlar istemiyor.
İstemiyor işte hakim olanlar, hakimiyetinden olmak istemiyorlar.