Tozu, Toprağı Kaldı Geride...
Mezarlıklara en mesafeli duranımızın dahi yaşamı boyunca bir kaç kez gitmişliğiniz vardır. Belki de yaşarken hiç tanımadığınız yolunuzun kesişmediği birinin mezar taşında yazı takılmıştır gözünüze, hafızanıza; "Dur yolcu" der o taştaki yazı ve devamını getirir. "Bu toprağın altında yatıyorum ben..." diyerek sürdürdüğü hikayesinde...
İşte geçtiğimiz hafta "İmitasyon Diyarbakır" başlığıyla yazdığım yazı(m)da tam da bunu anlatmıştım. Çok, hayli çok okundu o yazı. Keşke bu şehrin başına bunca felaket gelmeseydi / getirilmeseydi ve dahi o yazı hiç yazılmasaydı, dolayısıyla okunmamış olsaydı. Çok okuyanlardan hayli az sayıdakileri "kızdılar" o yazıya, küfredenleri de oldu, biliyorum.
Sordular, hendeği, barikatı! Okuyun eski yazılarımı, dedim. Hendek de, barikat da, sonrasındaki Sokağa Çıkma Yasaklı Hal'de çözüm değildi, olmadı da nitekim dedim.
Şimdi de onu diyorum işte...
Hadi diyelim ki tümüyle o çokça dillendirdiğiniz "müesses nizam", devlet refleksiyle olanca gücü kullanarak "amacı hayli aşan" devasa bir tahribatla hendeği de barikatları da ardındakileri de bitirdiniz! Ve üstelik bunu 8 Mart 2016 tarihinde neredeyse 15 ay önce dönemin Başbakanı Ahmet Davutoğlu'nun bizzat ağzından Suriçi’nde Ulucami meydanında dile getirdiniz.
Peki sonrası...
Evet, sonrasında tam 15 ay boyunca hala yasaklı, içinde ferd-i vahit insanın yaşamadığı o Suriçi’nin dörtte biri bölgede neden yıkıma devam ettiniz, ediyorsunuz. Hadi onu da anladık, adına kentsel dönüşüm ve dahi güvenlik politikaları gerekçesiyle hatta Suriçi’nin kültürel dokusu diyerek çok katlı, ekonomik ömrünü tamamlamış yapıları yıktınız, ona da tamam.
Ya! Kültür ve Tabiat Varlıkları Kurulu'nun bilgisi dahilindeki tescilli ya da değil onlarca yapıyı neden yıkıp viran ederek dümdüz tarlaya çevirdiniz.
Evimi, mahallemi (Hasırlı Mahallesi) ne haldedir, diye merak ediyordum. Gazi caddesine her girdiğimde o perde ya da beton blokların daracık aralığından görmeye çalışıyordum nerdeyse birbuçuk yıldır.
Geçtiğimiz hafta girdim ve gördüm: Görmez olaydım. İnsansızlaştığı gibi mekasızlaşmış da o kadim mekanlar.
Lise ikinci sınıfa kadar yaşadığım dokuz odalı, bazalt taş evimizin yeri dümdüz bir arsa idi. Komşularımızın bilcümle ev ev, kapı kapı bildiğim mekanları da öyle! Yerinde toz toprak, molozdu ve iş makinaları çalışıyordu. Oradan ayrıldığımda Ulucami’nin önündeki boyacılardan birinin tezgahında pabucumda birikmiş mahallemden geriye kalmış tozu fırçayla sildim. "Tozu da kalmasın artık" dedim kendime.
Sonraki gün o yıkımın devam edeceği ilan edilen yine Suriçi’nin bir başka mahallesi ve benim doğduğum mahalle olan Alipaşa Mahallesine gittim. Surp Sarkis-Çeltik Kilisesinin kapısının çapraz sokağı, Bay Sokaktaki doğduğum eve gittim. Kapısında çocuklar oynuyordu, sokakta. Sordum çocuklara onlar oturuyormuş, “girebilir miyim” dedim. Buyur ettiler. Anaları, babaları, amcaları geldi.
“Kaç yıldır buradasınız” dedim. Üç yılmış taşınalı. Karacadağ köylerindenlermiş. Evin erkekleri şehrin hengamesi içinde hamallıkla evin idaresini sürdürürlermiş. Türkçeleri çok azdı, Kürtçe konuştuk. Deyin ki; bir halk bilgesi konuşuyordu karşımda; "Burası Suriçi, şehrin kalbidir abi, yıkarsanız, söküp atarsanız diğer yerlerin ne kıymeti kalır ki!" diyordu.
Eskilerin bir tabiri var; "Derler ki sui emsal, emsal teşkil etmez". Kötü örnek, örnek olmaz ez cümle. Hasırlı ve devamı mahallelerdeki uygulamalar tümüyle hegemonik, halka, kentin kamu ve kanaat önderlerine zerre kadar sorulmadan, fikirleri alınmadan adeta "halka rağmen" yapılan projeler. Tarih durdukça, hafıza kendini dillendirdikçe asla unutulmayacak devlet işleri.
Sözüm şu ki, vakit varken, evet vakit henüz varken bu yanlıştan dönülmeli. Alipaşa çocukları "evimiz, Surumuz namusumuzdur" diye yazmışlar duvarlara. Fotoğrafı çekerken "yıkmasınlar buraları abi ne olur paylaşın" diyorlardı...
Hazır bu kadar laf etmişken İçkale ile ilgili "İmitasyon Diyarbakır" yazımda eksik kaldığına inandığım bir kaç notu da ekleyeyim de unutulmasın.
Siz İçkale'de o dizayn edilmiş yeşil park rekreasyon alanında yürüdüğünüzde çimlerin ve taş döşenmiş yaya yollarının üzerinde yürüdüğünüzü düşünürsünüz çok haklı olarak. Bense o toprağın derininde kalan ortaya çıkarılmayıp gömülü kalmış en az 1700 yıllık Roma Amfi tiyatrosunun orda durduğunu düşünürüm.
Siz İçkale'deki o manzara "ne güzel fotoğraf veriyor" diye huşu içinde derin hülyalara dalmışken! Ben orada hatırası olan ve başta Evliya Çelebi olmak üzere bütün ortaçağ gezginlerinin paylaştığı o mekanın "Kürkçüler Çarşısı"nı, Kılbaş, Hüseyin Efendi, Mustafa Paşa ve Akkoyunlu Uzun Hasan'ın amcasının adıyla müsemma Hamzabey Mahallelerinin sadece tarih sayfalarında artık kalacak olan adlarını düşünürüm.
Siz o çimenlere yayılıp selfi yaparken! Ben o mahallenin kadim mekanları; Küpeli ve Dıngılava havuzları ile Küpeli Tahir Temiz'in, Muhtar Şeyhmus Dedeoğlu'nun, Karazlı Ali'nin, Saatçi Faruk ve İbrahim kardeşlerin, Foto Turgut'gilin, Cennah Qado lakaplı sanatçı Şoreş'in amcası Kadri beyin, Şahap Bozacı'ların şimdi yerinde kocaman bir yeşil alan olan bazalt taş evlerini düşünürüm.
Bu kent taşın kadrinin kıymetinin bilindiği bir şehirdir. Bu sebeple şehrin bir şarkısında der ki;
"Daşa verdim yanımı / Toprak emdi kanımı / Ezraile can vermem / Canan alsın canımı"
Hiçbir şey için değil de, taş için "mahkeme" kurulmuş / kurulan bir şehirden ve taşını sulayıp serinliğinden keyif alan bir şehirden size sesleniyorum. Hiç değilse bu ses size bir şeyler anlatsın diyorum farkında mısınız ey tarih, kimlik, kültür deyip büyük laflar, kelamlar edenler...