Soykırımdan geriye kalan kaval ve hübre çarşaf
Dîyarbekir’in eski marangozlar çarşısında hangi marangoza Nişan Usta’nın dükkânını sorsanız gösterir. 1970'te İstanbul’a göçmüştü. Ölünceye kadar duduk, bilur, zurna yapmaktan vazgeçmemişti.
Şehrin şeceresindeki kaydı Billurçî Nişo-Nişan Usta olarak hâla belleklerdedir. Derler ki; Qerejdağlı köylü yıllar evvel artık yıpranmış, yeterince ses vermeyen bilur’unun yerine yenisini yaptıracaktır. Yıllar öncesinin hafıza tazeliğiyle eliyle koymuş gibi Nişan Usta’nın Suriçinde marangozlar çarşısındaki dükkânına gider, ustayı yerinde bulamaz. Dağ köyünden ustaya armağan getirdiği yoğurt dolu sıtıl (bakraç) elinde kalakalmıştır. Öğrenir ki; Usta terki diyar etmiş, Dîyarbekir’den göçmüştür. Diğer komşuları köylüye hitaben "Gel, Nişo Usta gitti ama biz sana istediğin kavalı, biluru yapalım" deseler de ikna edemezler köylüyü, eski ve yıpranmış bilurunu bir yadigâr gibi koynuna sokup gerisin geri hüzünle döner köyüne.
Hermine Hanım'ın üç oğlu vardır. Çocuklarından Dikran ve Nişan 1915 soykırımında Dîyarbekir’in Gêl (Eğil) kazasından yitişe doğru yola çıkarılan Ermeni qefle’sinde kaybolurlar. Bir daha da izlerine rastlanamaz. Hermine Hanım, diğer tüm ölü ve kayıp yakınlarının acısıyla birlikte, kaybolan iki çocuğunun acısını yüreğine gömer. Tek kalan üçüncü oğlunu yanına çağırır ve der ki; “Evladım senin adın Hugas Anna Bederyan’dır, biliyorsun. Ama iki kardeşin artık yok, kayboldu. Bu sebeple sen bundan böyle eski adını unutacaksın. Artık kardeşlerin senin yeni adınla birlikte yaşayacak. Adın bundan böyle Dikran Nişan’dır.” Ve ikisi kayıp üç evlat bir yeni isimde Dîyarbekir’de bir ustanın adında nam olur o günden sonra: Dikran Nişan…
1910 senesinde doğmuştur, Hugas ya da namı diğer Dikran Nişan veya şehrin sicilinde bilinen adıyla Billurçî Nişo Usta. Eşi Bayzar Hanım'la Dîyarbekir’de evlenir. Mari, İbrahim, Yıldız, Jale, Hayik, Murat adlarını koydukları altı çocukları olur.
Kendini bildiği tarihten sonra, siz deyin ki yedi-sekiz yaşlarında şehrin çok namdar ağaç torna ustası Maybalı Hagop, namı diğer Popo Usta'nın yanına çırak olur. Tez zamanda mesleği kapar. Sabahın erinde dükkânı açar. Ustasının olmadığı zamanlarda eli işe yatsın diye kimi işleri kendisi yapar bitirdikten sonra da ustası görmesin, kızmasın diye yapıp bitirdiklerini kırar atar. İlk kavalını ustasının nezaretinde 12 yaşında yapar. Popo Usta'nın onayıyla ustalık rüştünü kanıtladıktan kısa bir süre sonra ustası Maybalı Hagop memleketten göç etmeye karar verip Beyrut’a akrabalarının yanına göçer ve dükkân da, sanat da Nişan Usta'ya kalır, marangozluğu sanat edinir. Ama ince işçilikli ahşap oyma ve işleme sanatıdır onun marangozluğu.
Kısa sürede yaptığı işlere attığı nakışlarla ün salar genç Nişan Usta. Puşici ustalarının kullandığı masuralar, makaralar, bast çubuklar ve diğer aletler, köylünün kavalı, biluru, zurnası, Ermeni duduğu, payton topları, tahta havanlar, bıtım, ceviz ve fındık kıracakları, Dîyarbekir’in kavurucu yaz sıcaklarından nefes almak için damlara kurulan tahtlar onun işi olur artık. Arada bir Dîyarbekir tabiriyle cennah (başı topuz görünümünde sokak kavgalarında kullanılan sopa) da istenildiğinde yapar. Ama öldürücü darbeyi vuramayacak uzunlukta yapmak Xalê Nişo’nun mahareti olarak hâla söylenir. Namı, kaftan kafa hükmeder. Bitlis, Urfa, Mardin, Van, Erzurum, Yêrêvan, Kirmanşah, Bağdat, Rewanduz, Halep mıtrıpları, Ermenistan’dan Irak’a kadar Nişan Usta’nın kaval ve zurnalarıyla sanatlarını icra ederler.
Duduğun, bilurun en iyi sesinin kayısı ve erik ağacından yapılanın olduğunu bilir ve Diyarbekîr’de olduğu müddetçe Malatya’dan getirtir kayısı ağacını. Hiçbir müzik parçasını üflemeyi ve çalmayı bilmez, sadece el yordamıyla kendiliğinden öğrendiği gam bilgisi vardır. Bilurların, zurnaların testini öyle yapar.
Sadece ahşap emektarı mıdır Apê Nişo! Elbette değil! Yaşadıklarının da tanığıdır, ama suskun tanığı. Oğlu Murat bir gün eve gelir ve "Okulumuz tamiratta, bir süre Ulu Cami’nin arkasındaki Cahit Sıtkı Tarancıların evi olan yerde, okul olarak eğitimimiz devam edecek der. Hele kalk evlat bi gidip bakalım hangi evdir" der Nişan Usta. Oğlu Murat'la birlikte evin kapısına kadar giderler; "Tamam şimdi bildim, bu ev katliamda öldürülen Ermeni Garbis’in eviydi" der.
Kendi ifadesiyle Ardaşez Margos’a 1977 yılında verdiği mülakatta der ki; “Dîyarbekir havalisinin en yanık sesli kavalları, en gür sesli zurnaları ve en iyi dilli düdüklerini ben yaparım. Dağlar, hâla benim verdiğim perdelerde inler.”
Dîyarbekir’in eski marangozlar çarşısında hangi marangoza Nişan Usta’nın dükkânını sorsanız gösterirler. Oğlu Murat ile gittiğimizde eskiden kalan malzemeler ve o dükkânın eski, döküntü hali Nişan Usta’nın sahipsiz ve bırakıp gidişinin hüznünü taşıyor gibiydi. 1970 yılında şehirden ayrılmış ve İstanbul’a göçmüştü. Vefat tarihi olan 1998 yılına kadar Feriköy’de yaşamış. Ölünceye kadar evinin altındaki atölyesinde ahşabı oyup da duduk, bilur, zurna yapmaktan vazgeçmemişti.
Yıllar sonra Diyarbakır Surp Giragos Ermeni Kilisesi'nin restorasyonu tamamlandıktan sonraki resepsiyonunda görüştüm Nişan Ustanın evlatları Murat, İbrahim ve Hayik ile. Bana sürpriz yapmış hayatımın en kıymetli armağanlarını getirmişlerdi. Bir zurna, bir de bilur; üstelik Xalê Nişo’nun sağlığında kendi yaptıklarından.
Tarihi kayıtlara baktığımızda, çok uzak değil; 1927’de yapılan bir araştırmada Dîyarbekir ipekçiliği öylesine revaçta ve yüzde imiş ki, bugün Türkiye’de ipekçiliğin başat şehri Bursa ile yarışır hatta önde bir konumdaymış. Üstelik 1915 Büyük Felaketi’nin üzerinden onca ölüm, talan, yıkım ve sürgünlüğe rağmen. Seksen sene öncesinin eski bazalt taşlı evlerinin avlularında ve binler yıllık sur diplerinde ipekçilik yapan Ermeni, Süryani az da olsa Kürt ustalardan kalan uyarlama bir “varoluş”la 24 Nisan gününü anmanın doğru olacağına inanıyorum.
“Dolaptan ipek iplik sarılı makaraları çıkarınca, istenilen renge boyamak üzere boya kazanlarına yollanırdı. Bütün boyalar natürel, doğaldı. O zamanlar Diyarbekir’de hiç kimse nar kabuklarını çöpe atmazdı. Nar kabukları toplanır ve Meryemana Süryani Kadim Kilisesi'nin arkasındaki değirmene götürülüp satılırdı. Veya değirmen sahibi nar kabuklarını kiloyla bizzat kendisi evlerden toplayıp satın alırdı. Kurutulmuş nar kabukları değirmende dövülüp, öğütülürdü. Puşiciler işte o değirmene gidip ihtiyaçlarına göre kurutulmuş nar kabuğu veya dövülmüş nar kabuğu kırıntısını cüzi paralarla satın alır sonra da suya koyup kaynatırlardı.
Balıkçılarbaşındaki demirciler çarşısından, demircilerden demir tozu alırlardı. Demir tozunu o kaynattıkları nar kabuğu suyuna katarlardı. Bir de ayrıca zeytinyağı ile kaynatırlardı. Zeytinyağı da mantin çarşafın ipek gibi yumuşak ve kaygan olmasını sağlardı. O boya kazanlarından çıkan ipek iplikler çatal direkler üzerinde silkelenirdi. Yüzümüz, gözümüz ‘Boroda’ dediğimiz o demir tozları ve nar kabuklarından oluşmuş doğal kökboyanın siyahlığına bürünürdü. Simsiyah, doğal bir kök boya ortaya çıkardı. İşte o bizim Diyarbekir kadınlarının kullandıkları, sarmalandıkları, örtündükleri ve 'Haram sudan atladım / Mantin çarşaf topladım / Muradım olur diye / Her derdine katlandım' dedikleri şarkılara mal olan Mantin Çarşaflar; Hübre dediğimiz kapkara çarşaflar demir ve nar tozunun rengini verdiği o kök boyadan alırlardı renklerini.
Hani Diyarbekir’in simsiyah parmak iriliğinde bir dut çeşidi var ya 'karahübür'dür adı, Mayıs sonunda çıkar, çıplak elle yediğinizde morumsu renginin parmak uçlarında izi kalan. Hübür, işte ondan esinlenmedir.”*
Kim bilebilir ki; belki de kurutulmuş nar kabuğu ve demir tozunun zeytinyağıyla harmanlanıp kaynatılarak oluşturduğu zil siyah kök boyadan oluşmuş hübre, kara, zilsiyah mantin çarşaf, bugün Kürt kadınlarının örtünme giysisi olarak varlık buluyorsa; belki de yüz yıl evvel bir kardeş halkın yaşanmış ebedi yokediliş trajedisinin taziyesine delalettir.
Ve Dîyarbekir Ermenisi Bıllurçî Nişan Usta’nın evlatlarından bana yadigâr bilur’undan şimdilerde ses olmuş bir nağmedir 24 Nisan’ın tragedyasında Dîyarbekir Surp Giragos Ermeni Kilisesinin avlusunda havada asılı kalan bakî seda…
Min te dîbû ser bedenê
Serê reş dabû gerdenê
Hûn heft in wê ez bi tenê
Wa way lê, wa way lê malikwêran… (ŞK/HK)
*Şeyhmus Diken, Ula Fılle Hoş Geldin. Sayfa 40 ve devamı. İletişim Yayınları. 1 ve 2. Baskı 2012, İstanbul.
Not: “Türk Edebiyatında Kimlik Sorunu ve Ötekileştirme” söyleşisinde Brüksel ve Londra’da olacağım. Brüksel, Avenue des Arts 46 B-1000. 25 Nisan 2013 Perşembe Saat: 19.00
Londra, 10 Maple Street, London, W1T 5HA For Map, Click Here. 26 Nisan 2013 Cuma Saat: 18.30