Hesenê Îsip
1933 yılında dünyaya gözlerini yaşadığı ve büyüdüğü Marinüs köyünde açtı. O hep orada yaşadı. Bir tek askere gidince köyünden ayrıldı. Askerden döndüğü zaman ise olgun ve asil bir delikanlıydı artık.
Rençperlik onun babadan kalma mesleği idi. Bir meziyeti de vardı, içindeki gizlilikleri, iç dünyasının dinamiklerini dışa sunmak için türkü çığırırdı. Yani dengbêj idi. Çelebelek kayaları Kani Rusarkta çok zaman elini kulağına götürür, sesinin özgür tonlarını koyverirdi Marinüsün üstüne, Kato dağına çarpan bu ses aks eder dalga dalga yayılırdı tepelerin, vadilerin arasından bir kartalın asaleti ile engine süzülürdü.
O Hasan Çınar'dı.
Civardaki köylüler onu Hesenê Îsip olarak bilirdi.
Sıcaklar basarken köyden daha yükseklerdeki Belkiza yaylasana göçerlerdi. Bu yorucu ve engebeli yolculuğunda Hesenê Îsip olmazsa çekilmezdi yolun kahrı. Türküleri, birbiri ardına çığırırdı. Koyunların meleşmeleri onun hoyrat sesini bastıramazdı.
O ses ki dağların korkunç görünümünü, uçurum kıyılarını dost kılardı.
Yavru dağ ceylanı gibi taştan taşa sekesi gelirdi insanın. Kaçakçılara ise bu ses camiden yükselen ezan sesi kadar mübarek ve cesaret verici gelirdi. Asteng şelalesinin yanına gelip ses verince, suyun şırıltıları metrelerce yüksekten akması sonucu Hesenê İsıpın sesine çarpıp kulaklarda unutulması zor bir müzikal, bir senfoni yaratıyordu. O, yaşlandıkça sesi efsaneleşti.
Artık gittiği her mekanda bir avaz çığırırdı. Bir zaman sonra çoluk çocuğa karıştı. Kara kaşlı, kara saçlı, buğday benizli bu delikanlı yaşını başını almış bir ihtiyar delikanlıydı artık. Doğal dağ bitkileri, meyveler, sebzeler, temiz hava, berrak sular, entrika coğrafya, pancar onun yaşlanmasını engelliyordu adeta. Asla bu cennet diyardan vazgeçmek istemezdi. Bırakın vazgeçmeyi uğruna ölmeyi bile göze alırdı.
Dört Mevsim, elli iki hafta, üç yüz atmış beş gün havasını ciğerlerin nüfuzladığı Navçela yaylasından Şule dağından, Çelacang tepesinden, Guldexunden asla ve asla vazgeçemezdi.
Bir gün devran döndü bir ceviz ağacı gibi toprağa kök salan bu yaşlı delikanlı, doğup yaşadığı bu gül diyardan onunla aynı kaderi paylaşan milyonlarca insan gibi bilinmeyen bir geleceğe doğru koparıldılar köylerinden. Sürgün başladı. O, Van iline Xaçok mahallesine yerleşti. Bir, beş, on gün derken kaç mevsim üzerinden fırtınalı, dermansız, katıksız bir karabasan gibi geçti.
Uzun ve soğuk kış gecelerinde Marinüsun güzelim anıları hep ısıttı onu. Zaman zaman bir kartal olup düşünde köyün semalarından aşağıda boynu bükük duran Ters Laleye Kanirusarga bakıp bakıp duruyordu. Dostları daha bir alımlı, daha bir nazenin ama mazlum ama masunane duruyorlardı. İnip bir türlü sarılamıyordu doya doya, koklayamıyordu köyünü. Böylece kaç yıl geçti.
Hesenê Îsip bir özlem yığını, bir yanardağ misali her an patlamaya hazır çığ gibiydi.
Hasretlik, çaresizlik karşısında güç oluyordu. Güç umut, umut ise yol oluyordu önünde. Yüreğindeki yangın alevlendikçe bu bahar diyordu. İşte bu bahar yüreğindeki yangını söndürmek üzere yol aldı Hakkariye. Önündeki engeller bu sefer akrabaları oluyordu. İki kez denedi, fakat başarısız oldu.
Aylardan Mayıstı, o gece yatağında bir plan kurdu. Sabaha kadar uyuyamadı. Bir o yana bir bu yana dönüp durdu. Heyecanı şafağın ilk ışıklarıyla arttı. Kaktı sürgündeki evinin etrafını dolandı. Sanki vedalaşıyordu çoluk çocuktan. Habersiz düştü yollara. Otobüs yolculuğu süresince kimseyle konuşmadı. Şimdi, Birazdan derken Hakkariye vardı. Gizli sevdasına doğru firari yolculuğu amansızca devam ediyordu. Katığını da aldı. Ulu tanrım kavuştur beni.dedi ve yürümeye başladı. Uzunca bir zamandır insansız kalan bu diyarın dğa yolundan geçerken yabani hayvanların varlığından haberdardı.
Onsuz geçen bütün zamanlarda bu hayvanlar mekan belirlemişti Marinüsü.
Onun için vefa borcu vardı onlara. Bir karıncayı bile incitmeden yoluna devam ederken. Bımro mevkiine gelmişti. Bosındi dağı tam karşısında heybetli duruyordu. Kela Mavenis, Hesenê İsıpi görünce gülümsedi. Yıkık harabeler de görünüyordu artık. Bulunduğu yerden yaşlı gözlerle bir süzdü çevreyi. Elini uzatsa tutabilirdi sanki. Karnı da acıkmıştı. Durduğu yerin az ötesindeki kayanın gölgesine oturdu. Katığını açtı, bir iki lokma yedi ama heyecandan yeme dürtüsü fonksiyonunu yitirmişti.
Kalbi olağan dışı atıyordu.
Bir mutluluk dolanıyordu başında, onca hasret, onca özlem bitmişti. Doyasıya havayı ciğerlerine nüfuzladı. Burnuna baharın kokusu geldikçe kalbi bir serçe gibi pır pır ediyordu. Güneş tepesinde şahitti. Sırtını dayadığı kayaya başını da dayadı. Gözlerini yumdu, uzunca bir yol yaşlı bedenini çok yormuştu. Yumduğu gözlerini ebediyen açmamak üzere kapatmıştı. Ezeli yurduna ebediyen oturduğu yerden veda etti. Kimseler yoktu.
Rüzgar bedenini sarmalıyor, bir türlü uykusundan uyandıramıyordu.
Yaprakların hışırtıları da çaresiz kalıyordu. Kalbi onca heyecana yenik düşmüştü. Artık gün de batmak üzereydi. Alacakaranlık kendini iyiden iyiye hissettirmişti.
Az önce olup bitene anlam veremeyen hayvanlar, ihtiyarı uzaktan uzağa seyrediyorlardı. Fakat bu yaşlı insan oturduğu yerden hiçbir hareket yapmadan öylesine oturuyordu.
Ayılar homurdanmaya başladı, kurtlar ulumaya velhasıl cümbür cemaat toplandılar ihtiyarın başında. O gece düşmanlıklar unutuldu.
Onlar, ihtiyara karşı saf tuttular. Aralarına gelen ve sessizce oturan bu yabancıya sabaha dek sahip çıktılar. Gündüz kavuşuncaya dek. Bir sonraki gece yine aynı şeyi yaptılar.
Üçüncü günün ardından köye giden eş, dost, yaşlı, adamın cansız fakat diri gibi duran bedeniyle karşılaştılar.
Doğayla iç içe büyüyen, kendini uçan kuştan, esen yelden sakınmayan, Hesenê İsıpın bu trajedik, dramatik yaşamı bir efsane değil bir realite haline gelen yöre insanının yaşam felsefesinden başka bir şey olamaz.
Ey alınyazısı uzmanı; mutlu günlerde ölümü yasak kıl.
Haziran-Temmuz 2002