Şeyhmus Diken

Şeyhmus Diken

Edebiyat kimin için cumhuriyet?

Edebiyat kimin için cumhuriyet?

15-20 Eylül 2023 tarihleri arasında İzmir’de konukları olduğum 7. İzmir Edebiyat Festivalinin bu yılki başlığı “Edebiyat Cumhuriyettir” idi. “Cumhuriyet Edebiyatında Farklı Sesler” başlığı altında Ermeni, Yahudi, Rum, Türk edebiyatlarının yanında bana düşen de Kürt Edebiyatı, Cumhuriyet şemsiyesi altında nasıl varlık bulmuş, ya da bulamamış mevzuu idi..

Önce, sanırım başlıktan başlamalı dedim ve öyle de yaptım. Şöyle; Edebiyat Cumhuriyet midir? Doğrudur, edebiyat sahiden cumhuriyettir. Ama sanırım eksik cumhuriyettir. Eksik bir cumhuriyet üzerinden belki de edebiyatı konuşmayı denemek gerekir. Edebiyat dediğimiz belki de cumhuriyetten ötesidir. Konuşmamız gereken de aslında tam da o “ötesi” dediğimizdir. Edebiyat sahiden cumhuriyet olsaydı o cumhuriyet; edebiyatının yapılması muhtemel kimi dilleri yasaklamazdı. Ya da yasaklamaması gerekirdi. Kimi dilleri yok saymaz, asimile etmeye yeltenmezdi. Meseleye aslında biraz da bu açıdan bakmak gerektiği düşüncesindeyim.

İşte tam da bu çıkıştan hareketle “Modern Kürt Edebiyatı” dediğimiz edebiyat, bizatihi kendi organik coğrafyasında yeşerebildi mi, doğdu mu? Aslında Ortadoğu’nun dört ülkesince toprakları paylaşılan ve Türkiye’nin “milli misak” adıyla anılan Anadolu ve Mezopotamya topraklarının “doğu-güneydoğu”suyla telaffuz edilen coğrafyada kendi organik diliyle bir edebiyat doğdu mu? Sorusunu orta yere savurup sanki vukuatlı hâli tartışmak daha verimkâr olur diye düşünüyorum.

O halde soru’nun yanıtını hemen verelim. Modern Kürt Edebiyatı, Türkiye Kürtleri açısından Diasporada doğdu. Sanıldığı gibi Kürdün özgün coğrafyasında doğmadı.

Yakın zamanda bir köşe yazarının (Ali Duran Topuz-Gazete Duvar) yeniden gündeme taşıdığı bir kelime üzerinden konuşmakta yarar var. “Mektum” kavramından sanırım söz etmeli. Mektum, konuşmayan, konuşamayandır. Konuşmayan mektum, aynı zamanda ketmedilmiştir. Eskiden bu tuhaf ülkede ketum nüfus diye bir pozisyon vardı kimileri için! Yani nüfustan düşürülmüş, ketmedilmiş bir tebaa vardı. Bu kesim, yoktu, yok sayılıyordu. Kendilerini yeniden vatandaş statüsüne aldırmak için mahkeme kapılarına gidip nüfus cüzdanı sahibi olmak, hak kazanmaları gerekiyordu. Bunun yolu hayli uzundu ve son noktayı içişleri bakanlığı koyuyordu.

Düşünün bu mektum olma, ketmedilme hâli sadece bireysel olarak tekil örnekler üzerinden değil! Bu konuşamayan, ketmedilme haline düşürülmeyi koca bir tebaa, bir halk üzerinden, bir etnik kimliğin mensubiyeti üzerinden değerlendirdiğimizde ortaya nasıl bir tablo çıkar. Bir bakın; ortada her bir şeyiyle bir halk var ortada, ama resmiyette adıyla sanıyla yok. Halk olarak olmayınca adı da yok. Aslında bir ad da yakıştırlımış, “Dağlı Türkler”. Etnik anlamda kimliği de yok bu halkın.

Bu yokluk hâli üzerinden bu halk sahaya nasıl çıkacak, kendini nasıl var edecek! Oysa bir dille orta yere çıkıp varlık gösterisinde bulunabilmek için, bir dolu şey gerekiyor. İşte o varlık hâli için dilinizle her bir sesi orta yere faş ettiğinizde her bir kelime başına para ödüyorsunuz. Bir cumhuriyetin kuruluş felsefesi kendi “anadilinle konuşmayacaksın, yasak” diyor. “Konuşursan ceza ödersin” diyor. Dilinizden dökülen her Kürtçe kelime başına tepenize dikilen cezacılar gereğini yapıyor.

İşte tam da bu noktada Edebiyatın Cumhuriyet, ya da Cumhuriyetin Edebiyat olma halini konuşmak gerekiyor. Cumhuriyetin halklara değen, dokunan resmi ideolojisini tartışmak gerekiyor. Bu noktadan bakarsak belki doğru adrese o zaman ulaşma şansını yakalayabiliriz.

Demek ki önce, hayır biz yok değiliz, varız denecek! Dendi de nitekim kimilerince. Var olduğunuzu kanıtlamak için bizzat kendiniz bir takım çabalar içine gireceksiniz. Ve tabii ki bu durumda bazı cesur öncülere ihtiyaç duyuluyor. Nitekim öyle de oluyor. Her varız diyen, en ağır cezalarla karşılaşıyor. Ve bu durum sadece tek parti iktidarlarında değil, uzun yıllar geçtiğimiz yüzyılın seksenli, doksanlı yıllarına kadar süregeliyor. Bu halin adı 1930’larda “Güneş Dil Teorisi” olarak zuhur ediyor. Dönemin gazeteleri “Türkçe Konuş” şiarını manşet yapıyor.

Buradan nasıl edebiyat çıkacak, işte sorunun nirengi noktası burada. Soru şu; o yok sayılan dilde her birimizin anladığı anlamda edebiyat çıkar mıydı? Tek kelimeyle; çıkmazdı! Çıkmadı da o vakitler itibariyle nitekim. Çıkamazdı, verili durum itibariyle reel gerçeklik böyleydi.

Hayli sonra birileri işte bu Modern Kürt Edebiyatı dediğimiz edebiyatın ilk örneklerini binbir zorlukla diasporada yarattı. O sebeple o öncülerin en başında gelen Mehmed Uzun bir deneme-söyleşiler kitabının adını “Bir Dil Yaratmak” olarak koydu ve bütün bu hikâyeleri bu başlık altında konuşup tartıştı.

Diaspora bu anlamda ihtiyaç sahibi sürgün edebiyatçıya mekân ve olanak sunuyor. Abdulrazak Gurnah “Deniz Kenarında” romanında diyor ki; “Her köşeden bana bağıran beni hor gören bir dilin içinde yaşıyorum,“ bu ifadenin vücut bulmuş hali yine Gurnah’ta şudur; “Terk edilen ülkeye de, içine doğulan topluma da yabancılaşmak!“. Zor olan böyle bir ortamda dil yaratmak! Mehmed Uzun İsveç’in soğuk ve uzak diyarlarına gittiğinde “Kendi ana dilimde yazmak edebiyat yapmak bir dili yeniden yaratmak anlamında o kadar zordu ki! Kaynaklara ulaşmak, onları toplayıp getirtmek!“ diye anlatıyordu. Tu, Bîra Qederê; Sîya Evînê gibi kitaplarının çıkışı böyle oldu. Sonra da diğerleri…

Mehmed Uzun ısrarcıydı, edebiyatını anadilinde Kürtçe yapıyor, yazıyordu. Koşul koyuyordu, “Kitaplarım ilk iki yıl Türkçeye çevrilmesin önce Kürtçe okunsun” diyor ve istiyordu. Diyarbakır’a her geldiğinde kitapçılara uğrayıp sadece kendi kitaplarının değil, diğer bütün Kürtçe yazılmış kitapların da ne kadar ilgi gördüğünü sorardı. Ama maalesef o Kürtçe yazılıp sonra Türkçeye çevrilmiş kitaplar daha çok okunuyordu. Kürtlerin bir bölümü bile Kürtçeden Türkçeye çevrilmiş kitaplara daha çok ilgi gösteriyordu.

İşte diasporada doğup sonra boy veren Modern Kürt Edebiyatından söz ediyorken tam da bu “edebiyat cumhuriyettir” başlığına izafeten meselenin ikinci bir noktasından söz etmek de şart oldu sanki!

Kimileri, o konuşamayan dilsizler ordusunun mektumları olan kimileri de; o zorunlu asimilasyonu kabullenerek Türkçeyi, dilin asli sahipleri kadar iyi konuşup hatta iyi konuşmayla yetinmeyip iyi de yazarak  “Bülbül Ötüşlü Kanarya”ya dönüştüler. Bu sözün sahibi rahmetli Reha Mağden’dir. Reha çocukken bir gün babası ile Ankara’da Gençlik Parkına gezmeye gider. Bir yazı dikkatini çeker. “Ödüllü Bülbül Ötüşlü Kanarya Yarışması.” Kafeslerde birçok kanarya vardır. Ve bülbül gibi en iyi öten kanaryaya ödül veriliyordur. Reha’nın çocuk aklıyla anlam veremediği, ama uzun yıllar sonra dert ettiği şudur: “Madem kanaryayı bunca seviyordunuz, neden bülbül gibi ötmesini istediniz! Bir de üstüne üstlük ödüllendirdiniz! Benim Kürtlüğü anlamam biraz da bu örnek üzerinden oldu.” der.

İşte Resmi İdeoloji, Türkçe yazan, Türkçe edebiyat yapan Kürt yazarlarını Bülbül Ötüşlü Kanarya haline getirdi. Ben dâhil her birimizin hâli pür melali budur. Diasporaya giden, ya da ülkede yaşayıp da diasporanın izinden yürüyenler ise her türlü ezayı cefayı göze alarak yazdılar, edebiyatlarını yaptılar ve başları da hiç mi hiç beladan kurtulmadı.

Kendimden bir örnekle bu bahsi sonlandırayım. Uzun yıllar sonra benim Sırrını Surlarına Fısıldayan Şehir kitabım Kürtçeye çevrilip basılmıştı. Elime aldığımda çok zoruma gitmişti. Benim bir başka halkın dilinde yazmış olduğum kitabım, konuşup yazamadığım kendi anadilime çevrilip basılmıştı. Ve bir yabancı yazarın kitabı gibi elime tutuşturulmuştu. Bu ruh halini de tabii ki düşünmek gerekir. İşte edebiyat cumhuriyettir derken ikinci başlık da bu.

Ha bu başlığı konuşurken bir de imza günlerinde söyleşilerde kendi halkının bireylerince “Neden Kürtçe yazmıyorsun“ sorusunun muhataplığı da dikkatlerden kaçmamalı.

Diasporada kendi anadilinde edebiyat yapıp oralardan ülkesine seslenmek. Bir de kendi topraklarında ama kendi anadiline yabancılaşıp bir başka halkın dilinde edebiyat yapmak.

Sözün bu noktasında Zizek’ten bir alıntı; “Dezavantajlı insanların kendi dilleriyle sadece kendilerine ya da komşu halklara değil tüm dünyaya örnek olabileceklerini gösteren bir halk“ diyor Kürtler için. Aslında edebi ve ebedi gerçekliğin altını çiziyor Zizek.

Ve elbette Nikos Kazancakis, El Greko’ya Mektuplar’da diyor ki; “Yağma ve İşgal için yakınları öldürülen bir yerde bir kabile reisi çıkar orta yere ve henüz katledilmemiş yaşayan insanlara şöyle seslenir: Ağlamayın, bağırmayın ki acınız hafiflemesin…“

Şimdi başımıza gelen onca olan bitenden sonra bizlere diyorlar ki; “Unutun. Unutun ki, yeniden bildiğimiz gibi bu unutma hali üzerinden resmi tarih inşa edelim…” Oysa unutmamalı, unutursan unutulursun ve hafıza dediğin de yok olup gider. Unutulmayanların ve unutmaması gerekenlerin kendi dillerinde edebiyatlarını yapmaları gereken Cumhuriyetin Edebiyatına merhaba olsun diyerek.

Not: Bu yazı, 18 eylül 2023 günü 7.İzmir edebiyat festivalinde yaptığım konuşmadan düzenlenmiştir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Şeyhmus Diken Arşivi