Çocuklara
Barutun rüzgarın kollarında dolaştığı zamanlardı. Dağlar yine her zamanki gibi yeşil rengini sunmuştu bahara...
Kış uykusunda kalmamıştı hiçbir canlı...
Tavşanın yüreği her zamankinden daha güp güp ediyordu. İnsanlar doğdukları ve yaşadıkları yerlerden köklerinden sökülen ağaçlar gibi koparılıyordu. Dağlardan vadilerden daha içerilere doğru, rızkın ve kaderin sisli sayfalarına göç başlamıştı.
Bu nasıl bir hâldı zalim ve zülüm…
Arkalarından bakmaya fırsatları olmadı. Artık babalarının dedelerinin mezarlarına çok uzak olacaklardı, çok ırak. Örneğin sulayamayacaklardı, el bebek gül bebek büyütemeyeceklerdi mezarlarına ektikleri çiçekleri.
Çiçekler, dünyaya renklerini sunmayacaktı. Güneşe başı dik açılmayacaklardı.
Yabani, dağ başlarında ya da bir kayalıkta goncaları serseri bir kurşunla patlayacaktı kim bilir.
Ve bu dağlar çobanın kavalına ondan yükselecek nağmelere hasret kalacaktı.
Kuzular meleşmeyecekti ilk koşumunu hoyratça yapmayacaktı. Ardın sıra ağlamayacaktı bebeler ve çocuklar koşmayacaktı. Çocukların bağırışları değmeyecekti yüreğine dağın doruklarında bayrak bayrak dalgalanmayacaktı…
Düşmeyecekti memesine koyunun süt…
Berivan, kır çiçeklerini toka yapamayacaktı başına. Sızaklardan buz gibi su rengi akmayacaktı. Su, kan olup dökülecekti bereketin kalbine. Boynu bükülen yaban otları olacaktı.
İşte o zamanlardı, zaman hastalanıp keskin kokular düşürdü ortalığa. Çocukların rengi keskin kokulardan geçirildi. “Unutmayın! Çocuklarınız sizin değildir. Onları yaratıcı’dan ödünç aldınız.”
Olacakları kestirmek zordu bu dağlardan koparken…
Çünkü, yaşam alabildiğine doğal seyrediyordu, alışkanlıklardan ibaretti buralarda. Gittikleri yerler onlara nasıl yurt olacaktı nasıl yuva olacaktı onu da kestirmek zordu.
“Kehanet, muhtemel bir olayı kesin bir bakış ile görmekten başka bir şey değildir. Hava ya bulutlu olacaktır yada güneş açacaktır.”
Kehanet yürütülmedi ve güneş açmadı, bulutlar her zamankinden nemliydi ve çocukları ıslattı gözyaşlarıyla.
Önce cami avlusunda avuç açmayı öğrendiler/öğrettiler.
Kader, burada kancık bir zalim olarak çıktı karşılarına. Sonra dizleri üzerinde, kaldırımlarda, bir karış buzun üzerinde secde edercesine dilendiler büyümenin bedelini. Buralarda büyümek zordu ağalar bedeli ağırdı, böbrek sancısını dilendirdiler çocuklara.
Lunaparklardan, kızaklardan, topaçlardan ve sapandan kaç kilometre uzaktaydı çocuklar Tanrı!...
Söküldükleri yurtları kadar uzak olmasın sakın...
Fato
Önce sen atıldın
cennetinden
Sonra ben.
Güneş dünyayı ısıtırken
Kovdular beni
Elleri kurşun çomaklılar
Ben heybesinde anamın
Toz toprak yutkunarak
büyümüşüm
Patikalardan inerken.
Sen büyüktün zaten
Başın büyüktü
ellerin de
Benim ise minnacık ellerim
Anamın memesine sülük gibi yapışırdı
Bir yudum süt almak için
Damaklarımla parçalarken
kuru ekmeği
Acıyarak bebekliğime
ilk dişlerim çıktı
Diğerleri acı
Katsa da ömrüme
Baba demeyi öğrenirken,
Vurmuşlar terörist mahiyetine
Babasız saltanatıma
Anamda dayanamamış
Kanserle savaşırken
Nemli yıkık
dört duvar ortasındaki
taş ocak başında
devrilmiş boş tencerenin yanına
hüzün ve acı
nemli yıkık
dört duvarın arasında
üç kardeşle omuz omuza
büyüdü
kışın kar acımızı dindirdi
bedenimizden çalarak ısımızı
bahar
gözlerimizin yeşil rengini
Sonbaharsa tenimizi
Yaz ise umutlarımızı
kurşun(i) tonda çaldı
Büyüdük giderek
üç kardeş
üç umut
üç hayat
Sokağa beş yaşında
Pazenden bir pijama
Üstümde bir işlik
Ve naylon ayakkabıyla
çıktım
Şehir
bizim dört duvarımızdan büyüktü
gözlerim ilk çatılı evlere
çakıldı
Sonra; mıh gibi yerden yükselen
Minareye
Çocuk hafızamda kalmıştı
Cuma günleri
O mıh çakılı yerde
Hayır dileneceksin
Tanrının yarattığı avuçlarımı
Onun için kaldırdığımı sanmıştım
Metal paralar konulunca içine
Ve basılınca küfür ölen babama
Sonra anladım ki
Cennetimden sade değil
İnsanlığımdan da kovulmuştum
Sokak aralarında dilenirken
ya da mendil satarken
şimdi ben tutunduğum yerden
benimle aynı acıyı paylaşan
kardeşler gibi
adım fato olarak
sürülmemiş miyim
insanlığımdan sizce