Bir günün izleri
Sabah erkendi, hayatımın 16 yıllık renkli televizyonu karım, camii höperlöründen duyduğu ölüm haberini ulaştırdığında yarım yamalak bir uykudaydım. Güne doğrulmam gerekiyordu çünkü hayatını yitiren tanıdıktı ve benim ona karşı son görevimi yerine getirmem lazımdı. Pencereyi açtım dışarı bembeyazdı ve kar taneleri irili irili gökten boşalıyordu.
Tedarikimi yaptıktan sonra sokağa çıktım.
Kestirme yoldan mezarlığa doğru kışla tepesinin yokuşuna tırmanmaya başladım. Nereden bakarsanız 40 - 50yıllık toprak damlı evlerin arasına vardığımda, yağan karın ağırlığı altında çökmesin diye ellerinde bérék (kar küreği) çoğu yaşlı, kadın ve çocuklar var güçleriyle damdan uzağa atmaya çalıştıkları karın yorgunluğundan inliyorlardı. Daracık yollara savurdukları bu karlar metrelerce yükseldiğinden bende zaman zaman göğsüme dek kara batıyordum.
Benimde çocukluğumun geçtiği bu sokaklar bembeyaz bir hayalet şehri andırıyordu.
Korku sadece gökyüzünü görmeye başladığım zaman daha pervasızca düşüyordu içime. Çünkü evlerin arasından geçerken kar da yağdığı için gökyüzünü bile seçemiyordum. Ben ve şemsiyem ayak izlerini takip ede ede terler dökerek araçların da geçtiği bir geniş yola kavuştuk. O yürüdüğüm yol ve şimdi yürüdüğüm yol boyunca yaşlı bedenler, kadınlar ve çocuklar bu siyah beyaz ve sessiz filmdeki figüranlıklarına devam ettiler.
Mezarlığa varmak üzereyken pantolonumun kalçama dek ıslandığını hissettim ayaklarım sırılsıklamdı.
Unutulmuş bir türkünün hüznü kadar dramatik bu görünümler eşliğinde mezarlığa varmıştım. Kazma kürekle kazmaya çalıştıkları mezarlıktaki mezara az sonra bir tanıdığı defin edecektik.
Şimdi bakıyorum da onca defin ettiğimiz tanıdığın şu an kardan dolayı değil mezarını mezar taşını bile göremiyoruz. Şu an kazdıkları yerden bir başkasına ait kemiklerinde çıkmayacağı da kesin bir şey değil çünkü sadece içgüdüleriyle belirlemiş oldukları yeri deşiyorlardı. Gerçi olabilecek bir durum karşısında da bir yol buluvermişlerdi.
Bunları seyrederken bir avuç karı aldım elime hafif sıktım kartopu yapayım diye, parmaklarımın arasından limon suyu gibi akmaya başladı damlacıklar.
Merhumu defin edene dek oradaki herkes ama herkes sırılsıklam olmuştu.
Fatihadan sonra yalnız bırakarak merhumu evlerimizin ve işlerimizin yolunu tutuyoruz.
Yol boyunca konuştuklarımız aynıydı; ölüm...
Yağan karla birlikte erime de devam ediyordu. Yürüdüğümüz yerler göletler doluydu ve birinden sakınsak öbürüne teslim ediyorduk ayaklarımızı, bütün itinalarımıza rağmen.
Bu durum çarşı merkezinde daha da vahimdi. Geçen araçların lastiği yarıya dek kar suyunun içindeydi. Karşıdan karşıya geçmek için kesin uzun atlamayı bilmeniz ve dengede durmanız lazım geldiğinden tasalanmadan dizlerimize kadar bulanıyoruz suya.
Kısa bir zaman öncesinde kurşunların panzerlerin cirit attığı ve her tarafı delik deşik eden mermilerin yerine bu gün de kar cirit atıyor.
Garibime giden bir başka şeyse geçen bu üç beş saat süresince tek bir kuşun saçak altlarında bile olmayışıydı.
Kuş gribini anladık ya geriye kalan diğer gripsiz kuşlar?
Sanırım onlar da bu göklerde yürüyen gençleri göremeyip vuran kurşunlara hedef olmamak için bulundukları yerlerden çıkmamayı tercih ettiler.
Bu doğa felaketine karşı ilkel metotlarımızla dururken, zırt-pırt giden elektrik ajanslara Hakkari kara teslim oldu haberini düşürmüştü. Köylerde yaşayanlara belki iki ay sonra ulaşılır kim bilir. Devletin dakikliği belediyenin çatılardaki tonlarca kar için alamadığı önlemler gibi hep sözde kalıyordu.
Orda Haso mu ölür o Allahın emridir...
İneği buzağı ya da koyunu mu telef olmuş kimin umurunda...
Bu can sıkıcı günün akşamında haber programları boyunca uyudum. Haber sonrası bütün televizyon yayınlarında türkülü şarkılı mini etekli hostes kızlar ve kız giyimli erkekten dönme karakterler Türkiyenin sahte yüzünü yansıtıyordu yurdumun üstünde tüten ocaklara. Popüler olma gayreti peşinde sahnenin kenarlarına dökülen kızların fizik figürleri palavra ediliyordu laf kalabalıklarında sanata dair.
Ve hayalleri uçuşuyordu sahnelerde.
Gece bastırınca garibanlık, dışlanmışlık, hor görülmüşlük dışarıda hala yağan kara, içeride ise şömine ağızlarında kırmızı şarap ve kırmızı şifon geceliğin süzgeçlerinden kaybolup gidiyordu.
İrfan Sari
04.02.2006
Yüksekova