Aidiyet ve Duygudaşlık
İnsan tekinin bir yere “ait” olmaklığının öncesi, an’ı ve dahi sonrası vardır. Ve bu ait olmanın oluşturduğu ruh hali tabi!
Bu hâli geçtiğimiz günlerde bir kez daha mezun olduğum okulumda yaşadım diyebilirim.
28 Kasım 2014 Cuma günü Ankara Mülkiye’deydim (Siyasal Bilgiler Fakültesi). Mülkiye’nin öğrenci derneği SBF-DER kuruluşunun 50. yılı dolayısıyla bir hafta boyu süren paneller dizisi programlanmıştı. Konu başlığı ironikti; “50. Yılda Konuşamadıklarımız!”. Mülkiyeliler Birliği ve Siyasal Bilgiler Fakültesi Dekanlığı da SBF-DER’e destek olmuştu.
İnsan Hakları ve Özgürlüklerimiz, Endüstriyel Futbol, Kadın Sorunu-Feminizm, Neo-Liberalizm ve Kapitalizm Krizi, Kürt Sorunu başlıklarını taşıyan beş panel pazartesiden cumaya beş gün boyunca öğrencilik dönemimizde “Büyük Anfi” olan, şimdiki Aziz Köklü Salonu’nu doldurdu. Panellerin moderatörleri de konuşmacıları da Mülkiyeli ya da bir şekilde Mülkiye ile yolu kesişenlerdi: Kerem Altıparmak, Dinçer Demirkent, Metin Bakkalcı, Hüsnü Öndül, Tanıl Bora, Metin Tekin, İbrahim Altınsay, Kemal Ulusoy, Handan Koç, Alev Özkazanç Serpil Sancar, Sebahat Tuncel, Korkut Boratav, Tuncer Bulutay, Mustafa Durmuş, Ahmet Haşim Köse, Haluk Gerger, İsmail Beşikçi, Sırrı Süreyya Önder ve Şeyhmus Diken.
Diyarbakır’da yaşıyor olmam nedeniyle Kürt ve Kürdistan Sorunu olarak başlığını belirlediğimiz ben dâhil Sırrı Süreyya Önder, İsmail Beşikçi, Haluk Gerger’in konuşmacıları olduğu panele konuşmacı ve moderatör olarak katılabildim. Sırrı paneli programlarken “eğer İmralı ve Kandil programları olmaz ise hiçbir mazeret beni bu programdan alıkoyamaz rahat ol” demişti. Ve bir gün sonra İmralı programı olunca özrünü ve ilerde Siyasal’a bir panel borcunu beyan ederek selamını yolladı.
Hazırlanan el ilanında Fransız Şair Joe Bosquet’den bir dize girizgâh olarak seçilmişti. “Yaralarım benden önce vardı, ben onları bedenimde taşımak için doğmuşum”.
Sahiden 150 yıl önce “tercüme odasında” doğduğu dillendirilen “batılılaşma hareketi” ve “intelijansiya” dediğimiz hâli pür melalin bize, bugüne dek taşıyageldiği değil mi olancası, bitencesi!
Devlet-i Alî Osmani’ye devlet adamı yetiştirmek gayesi ile kurulan Mekteb-i Mülkiye-yi Şahane kurulalı 155 yıl olmuş. Sahiden devlete “adam” yetiştirmiş Mülkiye Mektebi. Ama bu “adam” yetiştiriciliğin dışında devletle çatışan, hesaplaşan, yüzleşen kadınlı, erkekli şahsiyetler de yetiştirmiş Mülkiye Mektebi.
Büyük Anfi’de yaklaşık 600 kişinin huzurunda da beyan ettim. Beni 20 yaşımda iken devrimci bir liseli olarak Siyasal’a taşıyan, çeken Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin “devrimcilerin okulu” olması düşüncesi ile zihinsel bir de pratik algısıydı. O yıllarda (1974) Tıp yerine Siyasal’ı isteyip tercih etmemin nedeni “Mahir Çayan’ın okuduğu okulu okumak” isteğiydi.
Geriye dönüp baktığımda son elli yılın devrimci, sosyalist siyasal varoluşundan başta Mahir Çayan ve Abdullah Öcalan olmak üzere ne çok şahsiyet o sicilden geçmiş! Bir okulu öğrencileri ve hocaları ile birlikte dönemlere ayırarak masaya yatırıp belgeselini yapmaya yeltenenler aslında son iki asrın sicil okumasını da yapabilirler.
Konuşamadıklarımız neyimiz varsa konuştuk. Dört parça Kürdistan’ı da, Milletler Cemiyetini de, şark cephesinde nelerin değiştiğini de, nasyonal sosyalizmin sol olarak pazarlandığı ender bir ülke olmaklığımızı da üç saat boyunca bütün şeffaflığı içinde konuştuk.
1970’li yıllarda engebeli, badireli “Devrim Yolu”nda yürüyen gençlerdik. Heyecanımız doruktaydı. An içinde “devrim”i soluyorduk. “Bütün”e endekslenmiştik. Bir hayalimiz vardı. Gerçekleşmesi “ihtimal” dâhilindeydi. Sosyalizm “hayalden öte” bir realiteydi. “Parça” olarak telaffuz edilen Kürtlerin “Milli Mesele”si de “Bütün” hallolduğunda çözülecekti ve “hakkına kavuşacak”tı.
Aradan kırk koca yıl geçti. Olgunlaştık. Çok sular aktı köprülerin altından. Hâla “devrimciyiz” diyoruz kendimize. Kızıl yıldızlı, kızıl bayraklı afişlerin, posterlerin önünde durmayı, özel günlerde elimizde sallamayı, evimizin kadirli kıymetli yerinde teşhir etmeyi pek seviyoruz. Biraraya geldiğimizde de o “güzel günleri” hep konuşuyoruz.
Ama şimdi galiba ülke; “Devrim Yolu”ndan, “Çözüm Yolu”na mı girdi ne! Farkında mıyız arkadaşlar.
Haluk Gerger hocanın sözüyle; “Kürtler, Eski Türkiye’yi yendi” galiba! Şimdi yeni bir Türkiye oluşturuluyorken neredeyiz, nereye doğru yol alıyoruz sorusu orta yerde duruyor (mu)?