Deniz'e uzanan köprü
Bu dağlara atılan her bomba insan bedenlerine atıldı ve bu topraklara gizliden yerleştirilen her hayın mayın da kalplere gizlendi.
Öyküsü çok derin değil. Kökü bin yıllara da dayansa öyküsü çok derin değil. Dün gibi kanıyor daha. Çocukların dinlediği masallarda kırmızı başlıklı kız hep o döşenen mayınlarda infilak etti. Kadınlar sınır boylarında vurulan erkeklerinin yokluğunu acı katılmış süt ile emdirdi bebelerine.
Onun için acıyı eme eme büyüyen bebelerin hayatları dağ başlarında, zindanlarda, karda, tipide, selde, çığda, depremde en önemlisi asker korkusuyla geçti. Mezarları hep kazılıydı Kürtlerin. Ya kelleleri koltuklarındaydı, ya kolları kellelerinden kopuktu hep.
Onun içindir, dağların arasına sıkıştırılmış nehirlerinin akışı serttir. Kanun gibi keskindir akışları ve ayrı kıyılarda yaşamı haram etmek boyunlarının borcu gibidir sanki.
Taşı topraktan, ağacı kökünden söküp götürmek nehirler için kolaydır. Kürtler bu azgın nehirler, akarsular ile çatışmıştır onun için. Çok bedeller vermiştir. Adı düşmüştür üstüne “çem’ê ezo” diye çok yerde. Malarya metastaz…
Geçit vermeyen azgın suların yalnızlığa terk ettiği dağ köylerinde hayat dünyadan kopuk bir o kadar üveylikti. Tek bayrak etrafında karakol, asker ve polis kentleri oluşturan resmi zihin yol, su, elektrik, köprü, hastane, okul konusunda bu kadar gayretçi değildi.
Okul okumak için Hakkâri’den mücavir illere gidebileceklerin yanında, gidemeyecek olanlar çoğunluktaydı. Devlet babalığını burada da "baba" olanlar için sarf ediyordu. Ağalar, şeyhler, aşiret önderleri baba devletin baba adamları olarak okuyacak ve milli gelirin en kaymaklısında yağ bağlayacaklardı.
Hastalıklar, Allah’a havale edilecekti…
Diş ağrıları, Arapça yazılar yazılan müsvedde kâğıtlara yazılan yazılarla dindirilecek.
Karın ağrıları, okunan üflenen sularla giderilecek, doğumları sıcak su ve çıldırtan bağırışlarla son bulacak, göbek bağları bir eski metalle kesilecekti.
Bir Allahları bir de yalnızlıkları vardı…
Doktor için başkente otobüs koltuklarında geçirilen zamanlar ömürlerinden “kader”e ayrılandı. “Kader” onları sürükledikleri kentlerde ana dillerinden bile uzaklaştıracak sersefil yalnızlıkta per-ü perişan edecekti. Doktor benim yarama bir çare diyemeyecek verilen cevabı anlayamayacak ve döndüğünde köyüne ya da kentine soranlara bîrîn a reş (kara yara) diyeceklerdi çaresiz.
Diğer hastalıların adı verem olsa, malarya olsa ne yazar. Yoksulluk, ötelenmişlik tıpkı kanser virüsü gibi metastaz olmuş/olacaktı çoktan.
O büyük kentlerde devletleşmeye çalışan bürokratlar ve siyasetçiler dönüp kuş bakışı bile bakmadılar köprünün bu yakasına.
Muhalif gençler; devlet babanın gökyüzüne kadar kelepçelediği kentlere sevgiyi halk marifetiyle getirmeye niyetlendiğinde hala adı geçen kentlerde güneş bile transit geçiyordu.
Kardeş olmanın hukuku Zap üstünde atılan iki beton papuç ucuna gerilen halatlarla simgelenecek ve hukuka dair yaşama dair teğet geçilmemesi vurgulanacaktı.
Zap asi ise, devlet baba ise halkta evrensel gerçekti. Köprüye alın teri ve emek bırakıp giderken yine yalnız ve sessiz kürdiler halkın dudaklarında duman yoğunluğu ile kitaplaşacaktı.
Zap’ın gerdanına takılan yadigar hep asılı kaldı koparılsa da zorla bir tarafı. Sokakların ve caddelerin başlarında polis çevirmelerinde yakalanan muhalif gençler anarşist olup pespande, izbe, küflenmiş caza evlerine kapatılıp ruhuna kadar teslim alınmaya çalışılırken.
Şimdi bir kez daha deniz dalgalandı ve dağa değdi.
Umudun ekini ekilsin.
Yaşamın adı kardeşlik, barış ve özgürlük olsun…