Barış ve Samimiyet!
Ocak 2013’ün ilk günlerindeki görüşmeden Şubat sonuna sarkan Abdullah Öcalan Görüşmesi, adeta bir satranç ustasının maharetiyle gündem oluşturdu. Öcalan’ın epey bir zamandır PKK’nin elindeki tutsak askerlerin serbest bırakılması “tavsiyesi” kamuoyunun insani ve vicdani ruh haline hitap eden bir tavırdı. Doğrudan kalbe hitap eden bu insaniyet hali hemen adresini bulmuştu; esir askerlerin yakınları “minnet duyguları”nı dile getiriyorlardı. Bütün diğer üst perdeden barış, müzakere, mütareke, masaya oturma muhabbetlerinden önce evlat akıbeti üzerinden beklenti içinde olana, anaların yüreğine değen sorumlu bir şahsiyetin mesajı sanırım bugüne dek dillendirilen bütün barış söylemlerinin nereden başlaması gerektiğinin de işaret fişeğiydi.
Olumlu seyreden bu rüzgârla olacak, “Türkiye Barış Girişimi”nin Diyarbakır Meclisinin dışarıdan katılımcılarının da olduğu adına sempozyum dense de, daha çok iki oturumlu panel şeklindeki “Niçin Barış, Nasıl Bir Barış ve Kimin İçin Barış” sorularına yanıt olunmaya çalışılan çalıştay yapıldı. (24 Şubat 2013 Diyarbakır) “Dünya Deneyimleri” ile “Barışın Dili”başlıkları altında daha çok İstanbul eksenli entelijansiyanın görüşlerinin paylaşıldığı, yerelden katılımcıların da kısa konuşmalarla düşüncelerini dile getirdiği bir paneller oturumuydu Diyarbakır Barış Çalıştayı.
İrlanda ve Bask Deneyimlerinin örneklerinin de paylaşıldığı ve deneyimlerle birlikte çok doğru olarak; deneyimlerin taklit edilmemesi, deneyimlerden ders alınarak çözüm üretilmesi temasına vurgu yapıldığı noktasından hareketle katılımcıları dinlerken gün boyu ve bir kez daha dil meselesini ve bir de barış süreçlerindeki aktörlük, akillik meselesini yeniden düşündüm. Çatışmalı Toplumlarda Anlaşmazlıkların Çözümünde Arabuluculukve bu işten kaynaklı Akil Şahsiyetlik Meselesi gerçekten çok önemli bir mevzu. Akilliğe soyunanların, rol üstlenmeye yeltenenlerin her açıdan kimlikleri, duruşları, konumları ve toplum nezdinde itibar gören şahsiyetlerden olmaları hassasiyeti çok önemli. Bu mesele ileriki dönemlerin ayrıntılandırılarak üzerinde konuşulması, masaya yatırılması gereken bir mesele.
Koca bir cumhuriyeti iradeleri dışında belirlenmiş sınırlar hapishanesinde, neredeyse yüz yıl boyunca yasaklarla yaşadığı aşikâr halkların; nefret edilesi kesimler olarak telakki edildiği bir imlemenin egemen ulusça hâla etkili olduğu bir dilin kemiğini, kabuğunu nasıl kıracaktık! Yani ezcümle Kürt dendiğinde küfür etmeyi içinden geçirip hatta eylemliliğe dönüştüren nefreti, dil ve eylemde nasıl bertaraf edecektik. Orta yerdeki soru, kaba hatlarıyla buydu.
Çünkü konuşmacılardan kimileri hâla PeKaKa diyordu. Diyarbakır’da! Barış Çalıştayında. Ve halkların barışa en çok ihtiyaç duyduğunu yüksek sesle dillendirdiği bir coğrafyada. Üstelik Kürt halkının Barış Meclisinde ve konuk olarak. Tam da buradan başlanmalı; bu dilin değişmesi gerekiyor.
Sanırım asıl sorun buradaydı. Eğer biz yıllardır barış cephesinde görmeye aşina olduğumuz entelektüellerin bilinçaltına nüfuz etmiş dillerinin dahi kemiğini kıramazsak, nefret söylemiyle şekillenmiş bağnaz dillilerin diliyle daha çok uğraşırız gibi.
Cengiz Çandar çok isabetli olarak Fırat’ın doğusunda merak, Fırat’ın batısında ise heyecan var diyordu. Maya Arakon; siyasetin kriminalize ve illegalize edildiği bir süreçte işin hayli zor olacağının altını çiziyordu.
1990’lı yıllarda her “Siyasal Çözüm” dendiğinde, “Bölünme” psikozları ve ülkenin bir tek çakıl taşını dahi vermeyiz vurgularını henüz unutmadık. Bu açıdan baktığımızda bugün gelinen noktada artık tarafların İlan edilmiş ve Siyaseten Üstlenilmiş Görüşmeler noktasına gelmeleri sahiden çok kıymetli.
Bir kez daha dile vurgu yapmak gerekirse gündelik hayatta kullanılan dil, insan tekinin ruh halinin bilinçaltına yansıyışının dışavurumudur. Bu sebeple dil üzerinden, dilin gündelik hayattaki kullanımı üzerinden belki de gündelik telaffuzda, yazıda antropolojik tahlile de ihtiyacı var. Çünkü dil doğru kullanılmadığında yaralıyor. Hassasiyetleri tırmalıyor. Çoğu kez dili kullananın sahici niyetinden azade ortam üzerinden tahribatlara yol açabiliyor. Bu sebeple adı Barış olan verili durumlarda ve de genel olarak her durumda sürecin hassasiyeti nedeniyle kullanılan dil, sürece uygun olmak durumundadır.
Eğer niyet Barış’ı etkili kılmak için, iyi bir kamuoyu oluşturmak, sonra da bu yol haritası üzerinden yürümek ise; bir yanıyla dünya deneyimlerini dikkate alarak kendi özgün kabul kültürümüzün oluşmasına çaba göstermek, diğer yanıyla da toplumların hassas noktalarını dikkate alan bir dil üzerinden yürümek sorumluluğuna sahip olmak zorundayız.
Kürtler der ki;
Bira dinya ava be, meriv jî ji navda be…
Yorumlu tercümesi ez cümle şu: Dünyaya refah, mutluluk barış gelsin. Barış gelsin ki; insan da böyle bir dünyanın sakini olsun…
Sanırım fazla söze hacet yok…