İrfan Sarı

İrfan Sarı

Ayrılık sessizdir

Ayrılık sessizdir

Dağlar serap görmüş bir vakitten el salıyordu…

 

Bombalar…

 

Ağır kurşun havası ve barut kokusu birbirini iter gibi hâkim olmaya çalışıyor ortama. Ölüm iklimi üzerinden tanrı olma hesapları var. Öyle bir iklim ki kardeş duygular yüksek ateş içinde soluk soluğadır.

Yüksek yerlerden alaşağı hazan hüznüyle akmakta olan sularda suskundur artık… Suskunluğun kalbinden Mehmet dayının da içinde olduğu suskun bir akarsu akıyor dünyaya.

 

Adı ölüm.

Yaşamı içinde bir kere bile fırtına olmadı ve bir kez dahi çığ kopmadı hiç. O hep çığlıksız yaşamayı tercih etti ve suskun yanardağlar gibi bir kez bile püskürmedi. Ölüm gelip yoluna hak olduğunda da çok sessizdi.

Son baharın sararmış ot anızlarının arasına defin edilişi bile çok suskundu. Bir şarkı söyleyeni yoktu, okunmuş fatihalar dudakların gerisinde kalmıştı. Esmemişti rüzgar ve kuruyan otlar kuru sesler vermemişti… Bir sessiz film gibi başrol ve oyuncular. Ölüm mangası rap… rap… Bile vermeden topyekûn sus.

 

Dağların heybetli göğsüne çöken kardan kopan çığ vardı mesela, heybetine alamet yükleyip sıratın yakasında sorgu sual eyleyen… İşte o vakit dahi çığlıkların sessizliğini cami duvarının arasına iki avucunu en yükseğe daha yükseğe kaldırarak sessizleştirdi. Bal petek bir yürüyüşü vardı. Kavgası barış kokulu ekmekti, onurlu kuru soğan kokulu gözyaşıydı ardında…

 

Yüzünün buğdayında güneş yanığı, alnında berrak sabah doğuşları vardı.

 

Yazmadı… Okumadı… Eline aldığı tek kâğıt, tütünü döşediği ve ölümüne davetiye çıkaran ince ama ince olduğu kadar acılı bir öykü oldu. Kalemi bütün kurşun kalemler gibi ağaçtandı tarlada çapa, köyde kürek, evde odun yarmak için nacak sapı oldu.

 

Sevmedi şiddeti, şiddeti sevenlerden daim sevgi bekledi.

 

Bu bitik bir iklimdi ve ondan sebeptir ki gözleri sonuna dek açık gitti. Gördüğü rüyaları tanrı tarafından bir kez bile seslenmedi ve renklenmedi seccadesinin tam dizinin düştüğü yer eridi ama bir tek düşü seraptan öteye gidemedi. “Karıncanın su içtiği yerde” sustu!

 

“Sus, kimseler duymasın.
      Duymasın ölürüm ha.
Aydım yarı gecede
     Yeşil bir yağmur sonra...
           Yağıyor yeşil.


En uzak, o adsız ve kimselersiz,
O yitik yıldızlarda duyuyor musun?
Bir stradivarius inler kendi kendine,
Yayı, reçinesi, köprüsü yeşil.
Önce bendim diyor ve sonra benim...
Ölümsüz, güzel ve çetin.
Ezgisidir dolaşan bütün evreni,
Bilinen, bilinmeyen ıssızlıkları.
Canımı, tüylerimi sarmada şimdi
    Kendi rüzgarıyla vurgun...
               Sarıyor yeşil.”

 

Susmayı bilirdi, susmayı kör kuyularda tutmak onun ustalığındaydı. Güneş kadar suskundu ama sıcaktı yakıcı değildi.

 

İçindeki yangınları ve fırtınaları hapis ettiği yerden çıkarabilseydi belki; ölüm böyle sessiz bir yılan gibi onu sokmazdı. İçinde yaralar, yüzünde buğdayımsı gülmeler gitmezdi böyle… Ve beni böyle söyletmezdi…

 

Bu dünyaya ters çakılmış eğri kazığı düzeltmek istedi suskunluğunda… Kürt Mehmet sus… Kara Mehmet sus… Müslüman Mehmet sus… Yüzünün toprağında kaç milyon hak yolu var çiçekleri kendi ana dilinde açan, senin bir yasak dilin var oysa… Rengi, yara bağlamış böğrünün üstünde… Elini sürsen incinir, elini sürmesen incinir…

 

Her ölümü kendi ölümün bilip arkasında akıttığın o Müslüman gözyaşların… Sicim sicim akarken odamızın loş karanlığına kördüğüm oldu artık. Çözemiyorum… Selameti sabrettiğin ölüm salıncağında kocaman itip gökyüzüne ve düşürdük teninle birlikte toprağın o en bilinmedik sessiz sırrına.

 

Kaç lokma ekmeği senin sessizliğinde ve sensizliğinde umutla yedim… Umudunla çarpışır bir sabah vakti doyarsın aydınlığa deyi… Aydınlık sessizdir, özgürlük sessiz ve ölüm sessiz… Yaşamanın adını da sen koydun sessiz…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
4 Yorum
İrfan Sarı Arşivi