Özgürlüğü çok mu istiyoruz!
Yetmişli yıllardan bu yana hızla ardıma dönüp zamanı süzerek bugünlere bakıyorum. Bakarken düşünüyorum. Meğerse ne denli çok özgürlük kavramını dilimize pelesenk etmişiz. Zaman zaman yanına yöresine bağımsızlık kavramını da ekleyerek!
Oysa zaman, meğerse ne kadar zalim. Meğerse ne kadar acımasız. Meğerse zaman ne kadar bizden ve bize ait olanı koparıp götürüyor.
Sıkça talepkârlık manasında dillendirilen kavramlar meğerse dile getirilmezse ne kadar ölümsüz olacak! Ve sanki dillendirilmez ise kimi sözler ne kadar çok anlamlı olacak!
Özgürlüğü o kadar çok talep ettik ki! Bir süre sonra muktedirlerin “ama ya güvenlik” kuşatmasının duvarına çarpıvererek.
Güvenlik tercihleri her defasında ezdi özgürlük istencini.
Biri masumdu, öbürü zalim! Her durumda olduğu gibi zalim olan masumu da, talebini de ezip geçiyor(du).
Hayatı boyunca hiç değilse bir kez kahve falına baktırmış olanlar bilir falcının o meşhur sözünü: “kalbinin üzerinde bir kasvet var”. Kalbin damar damar yolları sanki kapkaranlık gölgelerce muhasara altına alınmış. Oysa kalp; yoldaşı, bağlaşığı ruhu esnetmeli, zarafetle yumuşatmalı sanki.
Özgürlük diyoruz ya durmadan.
Farkında mıyız acaba! Elde edince ne yapacağız. Sınırlarımız ne olacak! Onu nasıl kullanacağız. Bilmiyoruz. Çünkü, unutalı hayli oldu.
Örümceğin kendi etrafında örüp içine, merkezine kendini hapsettiği ağ misali güvenli olma hallerimiz sanki her birimize ziyadesiyle yetiyor da artıyor bile.
Oysa filozofun kelamında dile geldiği gibi “ne hazin bir çağda yaşıyoruz. Önyargıları ortadan kaldırmak, atomu parçalamaktan daha zor”.
Halbuki ne kadar iyi biliyoruz azar azar dolan bir kabın içine tane tane düşen damlaların kudretini. Bir damla, bir damla daha asla iki damla olmaz. Büyükçe bir damla olur, hepsi bu...
“Deli bir adam, size, kendinizden utanmanızı söylüyor...”* bilmem duyuyor musunuz.
*Andrey Tarkovsky’nin Nostalgia filminin duygudaşlığına sığınarak...