Bir Açlık Grevcisinin Mektubu
Adil Kurt'u tanımayanlar olabilir. Bu gayet doğal. Çünkü şu an Meclis'te olan ve "Emek, Barış Demokrasi" Blok listesinden seçilip meclis yolunu tutanları kimileri isim olarak değil mecliste "mızıkçılık" yapan grup olarak telakki ediyor ve öylece algılıyor.
İşte benim Diyarbakır'dan yazar arkadaşım sevgili Adil onlardan biri ve bir buçuk yıldır mecliste. Hakkari'den, kendi şehrinden halkı onu temsilci olarak seçip meclise gönderdi haklarını, hukukunu, taleplerini savunup dile getirsin diye. Diyarbakır'da Demokratik Toplum Kongresi (DTK) binasında cezaevlerinde açlık grevi ve ölüm orucuna yatan tutsaklara destek için bir grup milletvekili, Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir ve DTK daimi meclis üyeleri destek için açlık grevindeler. Sizler bu satırları okuduğunuzda cezaevindekiler kritik eşiği aşmış olacaklar. Destek için grev yapanlar ise onuncu günlerine dayanacaklar.
Sevgili Adil Kurt bir mektup yazmış. Ziyaretimde mektubu paylaştı benimle. İçinden gelenleri olanca ruh haliyle paylaşmış. Katılır ya da katılmazsınız. Bu mektup "özgürlüğe aç" halkın bir evladının içinden geçenlerin metne dönüşmüş halidir. Olduğu gibi kesmeden biçmeden paylaşarak köşemi Adil Kurt'a ayırdım.
Bir Türk'e mektubumdur
Kürt siyasi tutukluların süresiz dönüşümsüz açlık grevlerinin 61. gününde yazıyorum. Sizler kaçıncı gününde okuyor olacaksınız bilmiyorum. İşinizi kolaylaştırmak için yazdığım gün ve saati yazıyorum. 11 Kasım 2012, saat 21.00 suları. Diyarbakır... Şu anda hissettiklerim, milletvekili olarak taşıdığım hisler değildir. Hakkâri'nin meşhur Kato bölgesinde yaşamış, çocukluğunda yeni cizlavit ayakkabıları olduğu zamanlar kendisini dünyanın en mutlu insanı zanneden bir Kürt olarak duygularımı ifade etmeye çalışacağım.
Takdir-i ilahi cizlavit ayakkabıları olduğunda sevinen, Irak Kürdistan Federal Bölgesi'nde yaşayan Kürtlerin mücadelesini simgeleyen "Herne Pêş" marşı dışında Erivan Radyosundan gecenin geç saatlerinde dinlediğim "Rustemê Zal" destanı dışında bir avuntusu olmayan ben; bugün halkımın özgürlük mücadelesini açlığa yatarak sürdürmek durumundayım. Çoğunuzun bildiği, bize de anlatmaktan gına gelen yaşanmışlıkları tekrar etmek niyetinde değilim...
Bir milletvekili olarak bir buçuk yıllık zaman diliminde; Kürt sorununun demokratik ve barışçıl yöntemlerle çözülmesi için söylenmedik sözün kalmadığını düşünüyorum. Birileri sürekli olarak bizi samimiyet testinden geçirme gayreti içinde oldu. Bize sürekli olarak "kapıcı kürdün" çocukları muamelesi yapıldı. Çoğu zaman da "burada olmasaydınız daha iyi olurdu" demeye getirdiler sözü. Yılmaya yıldık bu söylemden ama dert burada değil, dert artık umudumuzun kırılmış olmasıdır.
Yaşadıklarımız Cezayirlilerin yaşadıklarını anımsatıyor. Bilirsiniz, yaşlı Fransızların bakımları için Cezayirlilere ihtiyaçları var. Bir arada yaşamlarını sağlayan tek unsur Cezayirlinin Fransız'a bakıcı olma "hakkı"ndan ibarettir. Gelgelelim Cezayirli olmazsa yaşayamayacak olan Fransız, onu kendi mahallesinde görmeye de katlanamıyor. Çok değil, üç beş yıl önce Paris sokakları ateş topuna dönmüştü. Bu ateşi yakanlar Faslı, Cezayirli Arap çocuklarıydı ama ortaya bu ateşin odununu yolarak yığılan, Fransızların onulmaz kibrinden başka bir şey değildi.
Bu durum bizim sizinle olan "kardeşliğimizi" de tanımlıyor. Türkiye metropolleriyle ilk tanışmamda karşıma çıkan ilk görüntü bana bunu anımsattı. Çok katlı cafcaflı yaşamın içinde kapıcı Kürdün hizmetkarlığına muhtaç çocuğu olduğumu hissettim. Her apartmanın bir kapıcı dairesi var ve bu dairelerin müdavimleri Kürtleri gördüm. Anımsayın lütfen, bayram ziyareti için kapınızı çaldığında biran önce gitmesini istediğiniz ama çöpünüzü beş dakika geç aldığında da kızdığınız Kürt. Bu "birlikteliğin" adını kardeşlik koyduğunuzda itirazımız yükseliyor. Bizim istediğimiz kardeşlik bu değil. Benim içimden hiçbir zaman İstanbul'u fethe gelen Kürt olma hissi oluşmadı. Fetih duygusunu tehlikeli gördüm. Çünkü fethedilmenin ne denli zalimane bir şey olduğunu yaşayarak öğrenmiş bulunuyoruz. Fetih duygusuyla İstanbul'a kulaç atan Kürtler olmadı değil. Attıkları her kulaçta biraz daha "beyazlaşmak" durumunda kaldılar. Geriye dönüp baktıklarında da geride bıraktıklarını beğenmez oldular. "Siyah" kalan ve öyle kalmayı tercih edenlerin rengine çamur kalmakla kapıcı çoğu olmaktan kurtulacaklarını zannettiler. Bunu yaptıkça da aramızdaki "kara kedi" rolüne büründüler. Bir de Türk olmayan Türk milliyetçileri vardır. Onlar ki kardeşliğin ayağına takoz koyanlardır.
"Haklı" olarak şu soru aklınıza gelebilir. "Kürtlerin hepsi sizin gibi düşünmüyor. Bakın BDP dışındaki partilerde de Kürtler var ve seslerini çıkarmıyorlar." Bu da doğru. Kürtler bizden ibarettir gibi iddiaya sahip değiliz. Ama sizlerin de şunu bilmeniz lazım. Nüfuzlu Kürtlerin her dönem iktidarlarla birlikte hareket ettikleri de sizin kabul etmeniz gereken bir başka gerçek.
Şimdi yeri gelmişken yukarıda açıklığa kavuşturulması gereken gerçeğin bir boyutuna değineyim. Sistem-içileşmiş Kürtlerin engelleyiciliğine açıklık getireyim. Kendimi sizin yerinize koyup düşünüyorum. Benim de karşımda iki kategori oluşturan Türk olgusu olmuş olsa, kendime yakın olanı tercih ederim. Ama ben burada başka bir gerçeklikten söz ediyorum. Sizin sorunsuz Kürtler kategorisinde gördükleriniz, aslında sorunun özünü oluşturuyorlar.
Nasıl mı? Hemen açıklayayım. Dünyanın her yerinde nüfuzlu sınıflar iktidarla "zorunlu nikâhlıdırlar". Bizim Kürtlerin nüfuzlularının iktidarla "zorunlu nikâhları" biraz daha katmerlidir. Zilliyetleri yok. Şirin görünmek için yapmadıkları şaklabanlık yok. İşleri görünsün, nüfuzları son bulmasın yeter. Böyle düşünen nüfuzlu Kürt sorunun çözümünü arzulamıyor.
Söz buradan açılmışken, Türk olmayan Türk milliyetçilerine de değineyim. Bir insan nasıl bu duruma gelebiliyor? Mesela Ziya Gökalp... Abdullah Cevdet... ve bugün devamında sizin de rahatlıkla ekleyebileceğiniz daha nice isimler. Bir Türk ile oturup bu paradoksu konuşmak isterim. Bir benim dışımdaki birilerinin bana ulu-sentezler oluşturmasını hazzetmem. Öyle ki "Türklük" kimlik olarak gözümde itici bir hal almaya başladı. Sizin çocuğunuz her gün okulda "kendi varlığını benim çocuğumun varlığına armağan etse" ne düşünürsünüz? Lütfen, aynı şeyi benim için de düşünün.
Empati faslını burada noktalayalım.
12 Eylül 2012 tarihinden bu yana cezaevlerinde Kürt siyasetçilerinin başlatmış oldukları süresiz-dönüşümsüz bir açlık grevi var. -Umut ediyorum, sizler bu satırları okuyorken açlık grevi sonlanmış olsun- Grev son bulmuş olsa dahi gerekçelerinin ağırlığını hissediyor olacağız.
Bu grevin iki temel talebi var.
Birincisi; devletin kendi hukukunu da çiğneyerek bir yıl üç ay 15 gündür (11 Kasım itibarıyla) devam ettirdiği İmarlı tecridinin son bulması isteniyor. İkincisi; kendi ana dillerinde mahkemelerde savunma yapmak istiyorlar.
Türkiye siyasetine egemen olan aklın bizlerin önüne koyduğu argüman şu: Bugün anadil isterler yarın başka şeyler de isterler. "Zaten bizim en büyük ukdemiz Bağımsız Birleşik Kürdistan kurmaktır". Bu söz çok tanıdık geliyor, değil mi? "Haksız mıyız" dediğinizi hisseder gibiyim.
Bakın karından konuşmaksızın çıplak bir gerçeği sizinle paylaşmak istiyorum. Eğer ki Kürt siyasetçileri Kurdofobiaya dönüştürüldüğü üzere uluslararası aktörlerin oyunlarına teşne olmayı kabul etmiş olsalardı, emin olun ne Amerika'da ne Avrupa'da ne de dünyanın başka bir yerinde "PKK terör listesinde" olmuş olmazdı. PKK Lideri Abdullah Öcalan şimdi tek kişilik İmralı zindanında olmuş olmazdı. Eğer bugün Öcalan İmralı'da ise, eğer PKK terör listelerinde yer alıyorsa bir tek sebebi var. Terör listesi oluşturanların oyunlarına teşne olmadığı içindir.
Biz Kürtlerin ne istediklerini toplu halde çok kere dile getirdik. Tekrar babında yeniden söyleyeyim. Söz uçar yazı baki kalır. İlkokuldan üniversiteye kadar kendi anadilimizle eğitim istiyoruz. Kamusal alanda kendi anadilimizle hizmet almak istiyoruz. Kendimizi yönetmek istiyoruz. Devletin atadığı vali yerine bizim seçtiğimiz vali bizi yönetsin... Kimliğimizin ve statümüzün anayasal güvenceye kavuşturulmasını istiyoruz.
Bu taleplere bir karşılık koymak doğru olmamakla birlikte, biz bir karşılık da koyuyoruz. Bu taleplerin karşılanması demek bin yıllık birlikteliğin yeni bir toplumsal mutabakatla sürdürülmesi anlamına gelir. Ki bu da Türkiye'nin Türkiye sınırları dışında yaşayan Kürtler için de çekim merkezi olması demektir. Takdir edersiniz ki bu da Türkiye'nin bölünmesi anlamına gelmiyor. Tersine büyümesi anlamına gelir. Öyleyse sorun nerede? Bu soru üzerine biraz düşünmenizi arzuladığım için bunları yazıyorum. Beni, bizi kapı eşiğinde içeri almadan vestiyer üzerine önceden benim için bıraktığınız bayram harçlığını vererek gönderdiğiniz kapıcı Kürt olarak görmekten vazgeçtiğiniz gün bu sorunun cevabı bulunmuş olacaktır.
Son olarak şunu da belirtmek istiyorum. Evet, bin yıllık birlikteliğimiz var. Ama bizim bin yıl öncesi tarihimiz de var. Tıpkı sizin de olduğu gibi. Nasıl oluyor da bin yıl sonra, siz hala varsınız ama biz yokuz? Lütfen kendinizi bizim yerimize koyun ve bu soruya bir cevap verin.
Yazıyı bitirirken, takvim yaprağı 12'ye evirildi. Gece yarısını çoktan geçti. İradem, "kuzu-kebaba" karşı mücadelesinde galibiyetini sürdürüyor ve yenilmeyecek. Çünkü uğruna mücadele ettiğimiz şeyin insan hayatı olduğunu biliyorum. Vicdandan daha yumuşak bir yastık icat edilmemiştir. Kafamı yastığa koyduğumda kardeşliğin güç kazandığı bir güne uyanmayı diliyorum.