Kendine gazeteci diyenlerin, önceleri uyuşturucu trafiğinin ana kentleri arasına oturttuğu Yüksekova ilçesinin üstündeki kirli elini çekmediğini biliyoruz.
Evet, bir türlü bu kentin üzerinden ellerini çekmediler.
Düşmediler yakasından. Objektiflerine hep objektif olmayan yalan-yapmacık haberler için fotoğraflar yerleştirdiler.
Deklanşöre bastıkları anın öncesi “hangi haberi pişirdiklerini” biliyorlar ve ona göre kadraja oturtuyorlardı karelerini.
Şehirde onca yoksulluk, onca ötelenmişlik, onca parçalanmışlık varken onlar hep lükse işaret eden, zenginliğe mal olmuş marka araçlara, jeep’lere dikkat çekerlerdi.
Ya da şaşaalı düğünleri, gelinlere takılan altınları, düğün için kesilen baş hayvanları, pişirilen torba torba pirinçleri haber ajanslarına düşürürlerdi.
Yüksekova bazılarının Paris’iydi…
Bazılarının fakirhanesi.
Gençleri metropollerde merdiven altı işlerde, sigortasız ve karın tokluğuna çalışıyordu.
Yüzyılın en vahşi sömürüsü altında inlerken o gençler, gazeteciler onları hep hedef gösterip, kirli bütün hesaplarına kurban ediyorlardı.
Yüksekova’nın ve Yüksekovalının ensesinde dron olmayı hiç eksik etmediler.
Yeri geldi “kaçakçı” dediler, yeri geldi “”terörist”, yeri geldi “Tozcu”.
“Vergi vermez” diyen ahmakları sıraya koysan Türkiye’nin bir başından diğer başına uzanır kuyruk.
Statükoyu savunmadıkları için Yüksekovalıların “terörist” olmaları da başka bir trajedi.
Hele bir elektrik konusu var kitaplar dolusu yazsan bitmez. Direklere çıkarılan sayaçlar en son mevzidir bu haber kaynakları için. Trafoları anlatırken Vietnam’ın başına yağdırılan atom bombasının kullanılması gerektiği şeklinde havaya giriyorlardı.
Topu topuna kaçak elektrik kullanılmış, başka da bir şey yok. Orman yakılır gibi yakılsın imaları yarattılar.
Nitekim yaptılar…
Yaktılar ve yıktılar.
Birkaç sitemleri de vardı yıkım sonrası…
“Hala oy veriyorlar” şeklinde.
Neyse…
Geldik bu güne.
Uzun hem de çok uzun yıllar kentleşme sorunu yaşamış Yüksekova’da, bir Kayyumluk süreç başlamış oldu.
Deşildi toprak, yarıldı tepeler, kazıldı yollar.
Yüksekova’nın, dokuz yüzlü yılların ortalarına yakın başlayan ilçe serüveni iki binli yılların başlarına kadar iktidarın partilerince sonrası da muhalefet partisinin belediyeciliğine mazhar olmuş.
Şimdi ise devlet eliyle ve kayyum marifetiyle yapılıyor.
Yaz sonuna doğru gidiyoruz ve son hızla toz bulutlarının içindeyiz.
Her zaman kurşunla vurulmaz insan!
Ateşli hastalıklara soğuktan ya da sıcaktan yakalanmaz ki!
Bazen bir toz bulutundan kopan tozla, bazen sokakta yürürken küçük bir hortumdan, hızlı geçen bir arabanın çıkardığı ses dahi adamı öldürür ya da hasta eder…
Ekonomik yatırımların kadrolarıyla çalışan müteahhitler, taşeronların insafında kalmış bir Yüksekova var artık.
Kazılan yerlerden sızan kokular, yükselen toz bulutları öyle kendiliğinden kaybolmuyor. İnsanların solunum yollarıyla ciğerlere nüfuz ediyor.
Kaldırım sayılan yerlerde oturan işsiz güçsüz insanların çayına doluşuyor o mikro organizmalar…
Ve kentin kuzeyine yapılan TOKİ konutlarının kazılarından, iş makinalarının pervasızca taşıdığı kumdan-molozdan çıkan tozlar. Sanıldığı gibi çekip gitmiyor başka yerlere, bebelerin uykularına dadanıyor yani öldürüyor bir bir bizlerin çocuklarını.
Yaz bitmek üzere…
Ama şehir hala koca bir şantiye.
Bu şantiye ne zaman bitirir işleri bilinmez.
Ama hastane kayıtlarına bakmakta yarar var.
İşte o gazeteci tayfası şimdilerde sesi soluğu çıkmayandır.
Toplum mühendisliğine soyunanlarında şimdilerde taşeronluk yarışı sürüyor.
Yolların çamur deryasına dönmesi ilgilendirmiyor adı geçenleri. İnsanların hasta olması hiç mi hiç alakadar etmiyor pek tabi ki onları.
Göç edenleri.
Evi-barkı kalmayanları…
Sigortasız-karın tokluğuna çalışanları.
Haber yapmayı düşünmüyorlar.
Ama bu kentin bütün ayıplarında, günahlarında, yoksunluklarında, yoksulluklarında, yangınlarında onların var olduğunu unutmayacağız…