Bizim tuhaf ve bahtsız ülkemizde nedense işleriyle topluma mal olmuş şahsiyetlerin büyük çoğunluğu öldükten sonra daha çok anılır, üzerine konuşulur. Bu durum başka ülkelerde böyle midir? Hiç bilmiyorum.
Tabi bunun kimi istisnaları olsa da genel olarak böyle! İşte, belki bu istisnalardan ikisidir; Yılmaz Güney ile Ahmed Arif. İkisi de yaşadıkları dönemde hayli ünleri olan şahsiyetlerdir. Bu ünleri ölümlerinden sonra da süredurmuştur.
İkisi de on yıl arayla Nisan doğumludurlar. İkisi de kara yazgının bir kâbus misali üzerine çöktüğü coğrafyanın, arada bir saatlik mesafe olan ama aynı şehirle de ayrı zamanlarda yolları kesişen iki adamdır. Diyarbakır ve Siverek.
Bu iki kadim şehrin yanıbaşında Yukarı Mezopotamya’nın platosu ve eski bir volkan olan Karacadağ vardır. Dağın püskürttüğü lav ateşi zamanla taşlaşacak ve dağın yanıbaşındaki şehirlere kimlik katacaktır. İşte bu kimliktir ki “adamı, adam eden.”
Ahmed Arif’in şiirindeki muktedir, vakur, sınır tanımaz, hep meydan okuyan dil ile Yılmaz Güney’in filmlerindeki tek kişilik “halk kahramanlığı” o ateşin taşa dönüşmüşlüğüne şekil verişin somut göstergeleridir adeta. Sanki o siyaha çalan koyu gri bazalt taştan almışlardır bütün yaratıcı kudretlerini.
Arif’in şiiri ile Güney’in oyun gücü sanki o kederle yoğrulu coğrafyanın kaderine çok güçlü birer isyandır. İkisi de bunun farkındadır. Ve birbirlerinin de farkındadırlar. Yılmaz Güney, Arkadaş filminde Melike Demirağ’a “terketmedi sevdan beni”yi okuturken, kendisi mahpusluğu içeriyi anlatan “içerde” şiirini okur.
Eril bir muktedirlik vardır ikisinde de. Erkek egemen bir edaları vardır. Biri şiirinde “Erkekçe olsun isterim / dostluk da düşmanlık da...” derken, öbürü olmadık bir sahnede kadına tokadı kondurmayı normal ve sıradan sayar. Bugünün penceresinden o elli yıl öncesinin dizelerine ya da filmdeki konumlanışına baktığımızda sanki “mümkünü yok, kabul edilemez” gibi görünse de! Tuhaf bir kabulleniş vardır toplumun nezdinde bu eril hâli pür melale!
Ama bu o günler için belki doğal, kabul görülen bugünse asla kabul görmeyen eril dile, davranışa rağmen, “en çok kadınlar okur ve sever” der şiirleri için Ahmed Arif. Yılmaz Güney ise hep “çirkin kral”dır.
Şimdi orta yere bir soru döşeyeceksiniz eminim: neden ikisi birlikte bu satırlarda dile geldi diye! Şu sebeple; Siverek’te araya başka şahsiyetleri de katarak nisan başında bir tv kanalında canlı yayında konuştuk; Yılmaz Güney’i de Ahmed Arif’i de...
“Coğrafya kaderdir”, hem insan tekinin alnının çatına yazılan kaderdir diyoruz ya! Sahiden böyledir. İlgi duyan herkesin bildiğidir ki; Yılmaz Güney Adana doğumludur. Ruhi şekillenmesi Adana’da vücut bulmuştur. Ama ailesi Siverek’in Desman köyünden kopup-göçüp gitmiştir Adana’ya. Yılmaz Güney ömrünün ilerleyen yaşında gidip görmüştür Siverek’i. Ama aidiyet onu hep bir alın yazısı gibi Siverekle var kılmıştır. 1960’ların ikinci yarısında İstanbul’da “Siverek yüksek tahsil gençlik derneği” kurulur ve başkanı Yılmaz Güney’dir. Sorarlar haleti ruhiyesini, “Babam koyu bir Siverekliydi. Ben o Siverek terbiyesi ile büyüdüm. Siverekli olmamın ayrı bir gururu vardır” der.
Ahmed Arif 64 yıllık ömrünün çocukluğunun ilk altı yılı ile mahpustan çıktıktan sonraki sürgünlük iki yılını da sayarsak en fazla on yılını şehrinde, Diyarbekir’de geçirmiştir. Ama Diyarbekir kalesinden notlar ve Adiloş bebenin ninnisi ve diğer şiirlerini okuduğunuzda! Ya da kendisiyle yapılan röportajları okuduğunuzda, veya onunla sohbet ettiğinizde fark edersiniz ki; aslında Ahmed Arif belki fiziken şehrinden uzak düşmüştür. Ama ruhen hep orada, orayla hemhal olarak yaşamıştır.
Bu, işte insan teki ne kadar ünlü olursa olsun coğrafyanın insanla buluşan güzelliğinin hâlidir.
Yılmaz Güney illa ki sanatsal toplumsal çerçeveli filmleriyle, ya da vurdulu-kırdılı avantür filmleriyle çıktığında aslında kimi sahnelerindeki tiradlarında hep bir mesaj verir. Konuşkan, kısmen buyurgan, haksızlığa hep karşı duran ders verir gibi.
Ahmed Arif ise şiirinde muktedire adeta meydan okur; “vurun ulan vurun / ben kolay ölmem...” derken kan işediği ve 128 gün duvara çentik atarak yattığı tek kişilik hücrenin duvarına “ya hero ya merro...” diye yazar. Öte yandan aşkı sevdayı da en soylu duyguyla dile getirerek.
Biri 30, öbürü 38 yıl önce öte yakaya göçmüş iki edebiyat sanat şahsiyetine bugünün penceresinden baktığımızda fark ederiz ki aslında bugünün dünyasına da sesleniyorlardır.
Diyelim ki otuz üç kurşunuyla ya da Anadolu’suyla Ahmed Arif. Ve elbette Arkadaş, Yol, Duvar, Sürü, Ağıt ve diğerleriyle Yılmaz Güney.
Ve bir son söz belki; Yılmaz Güney, soyadındaki vurgu gibi sadece Güney midir? Değil sanki, çünkü ona ithafen yapılmış şarkının sözlerindeki gibi coğrafyalardan azadedir: “Doğu Yılmaz, Batı Yılmaz, Kuzey Yılmaz, Güney Yılmaz..” yani her yön, her yan Yılmaz misali. Ve değil mi ki şairin kelamınca “Döğüşenler de var bu havalarda / el ayak buz kesmiş yürek cehennem...”
Not: Bu yazı niye, durduk yerde değil! Cüneyt Arkın’ın ölümü üzerine Yılmaz Güney / Cüneyt Arkın ilişkisi üzerinden iki şahsiyetin de fanatikleri karşı tarafa neredeyse linç girişiminde bulundu sosyal medyada. Oysa hiç de aynı siyasi görüşlerde olmamalarına rağmen Adana Altın Koza film festivalinde Yılmaz Güney’e verilen ödülün geri çekilip Cüneyt Arkın’a verilmek istenmesine ilk tepki gösteren “hayır bu ödül Yılmaz’ın hakkıdır kabul edemem” diyen Cüneyt Arkın’dı. Galiba böyle bir hakkaniyetli zarafete toplum olarak ziyadesiyle ihtiyacımız var.