Kalorifer peteğinin dilimlerinin arasına bir tek portakaldan soyulmuş kabuklar ışıyarak portakal çiçeğinin kokusunu dağıtıyor zindanın hücresine. Gece geç geliyor, erken bitiyor. Nede olsa zindandır burası demir kapıların üzerine kahverengi yağlı boyasıyla. Zaman akıp gitmiyor ama saat durmadan tik-tak edip duruyor, en çok tütün filtreye dayanınca anlıyor insan.
‘Milliyetçilikten Önce Milletler’ Kitabı tarih basamağından titizlikle ilerlerken, Mezopotamya beşiğinden, Moskova Mitine, Roma’ya, Mısır’a, Konstantinopolis’e, Bulgar Çarına, Osmanlı’ya ve diğerlerine ışık hızıyla gidip geliyor.
Zindanda aks eden sesler kesilmez ama koca tarih sayfaların sonuna dayıyor kendini.
Nil nehri gibi uzadıkça uzuyorsunuz, bazen Fırat’ın kıyılarına atıyorsunuz kendinizi, Helenistik dünyaya dalıyorsunuz bazen, bazen İskenderiye’ye, bitiyor. Ama zindan bitmiyor. Çünkü zindanı kafatası içerisinden çıkarmak istemeyen bir ekseriyet var. Işık sızdırmayan kafaların karanlığı üzerinden kendilerini var ediyorlar.
Olsun, beti benzi sararmış duvarların arasına portakal çiçeğinin kokusunu sağabilmek direnişe sayılır belki. Duyamazsınız duvardaki akustik baskıyı ama tek sesli ve tek frekanslı, tek dalgalı bir radyodan bizim ellere zelzelenin vurduğunu duyabilirsiniz. Taş, kerpiç, briket duvarlar yani yoksulların anıtları, yoksulların mezarları… Geceler boyu seviştikleri o yoksul, üflesen düşecek bahanesi olan duvarların ölümüne altında kalmayı duyabilirsiniz mazgalların arkasından. Böylesi fukara ölümü hep vardı… Var olmaya devam edecek gibi niyeti de var. İsrafil’in balyozunu elinden alacak kudret yok nede olsa!
Bilim ya palavradır ya korkakların işi ya da uydurulmuş mit! Kaderin önüne kim geçebilmiş ki? Uyumak, uyutmak gibisi yok!
Komşunun kazını yolup, kendisine aitmiş iddiasında bulunmakta başka bir şey! Bir Allah’ın kulu çekip çıkarmaya cesaret edemez kendini. Bir Allah’ın kulu yuttuğu dilini çıkarmayı akıl edemez. Sahi, kimdi o bilim adamı bilmem… Dilini çıkarmak ‘suç’ bundan böyle!
Dokuz kişi köy evlerinin toprak damları, taş duvarlarının altında kalarak can vermiş. Bedenleri ezilmiş, toz toprak altında kalmış. Kefenleri kar rengine çalacak sonra. Köy yeri ölümün ne vakit geleceğini bilmez! Belki parıldayanda ay, ışıyanda güneş ya da kapkaranlık bir lahzada… Ölümün geleceği anı kestiremez, ölür sadece. Secdede, uykuda, sofrada… ajanslara toplu geçer ölümleri, mezara toplu ya da yan yana, sıra sıra… Kim bilir “toprak çekti” denecek. Ölüsünü yakanlar için de, “Ateş çekti” mi Denmeli? Bakarsın “Nazar’a yorar kimileri…
Biz böyle dokuz kişi, kırk bir kişi ölüyoruz ya, “kıskanıyorlar”da olabilirler! Ne gediğine ne de biçimine oturuyor ama kıskanılıyoruz… İnsan böyle toplu toplu ölür mü be kardeşim? Tek tek ölüp “Nazar’dan korunmak lazım! ”Açım” diyerek! Yakarak kendini! Şöyle “psikolojik deli” denecek şekilde! Şanlı… şanlı… atlayarak bir boşluğa, boşluğun dibinde bütün organları parçalanarak tekil ve intihar bir arada, öyle de ölünebilinir! Nesi var bu dünyanın? Kalıp kahır çekmeye hacet mi var? Hani belirli bir tarihten itibaren ortaya çıkan doğmalara, metafiziğe dayanan o kavram “Haram” der ve noktayı koyar. Doya doya ölmek bile “Haram” be kardeşim!
Zindanda doya doya yatmak haram değil, bunu bil istedim! Saatlerce oturup mektuplar yazmak mümkündür çünkü. Mektup “okuma kurulu” haram ise durdurur, değilse adrese doğru yola çıkmak üzere postaya verir, postacının insafı ve mesai meftununa takılmazsa sorun kalmaz. Günlerce bir duygudan, bir yürekten yazılanlar memleketler arasındaki kilometreleri aşmış olacak ve kazasız belasız varacaktır menziline. Kazası ve belası önemli bu işin!
Tabi yeni tip korona virüste var söz etmemiz gereken. Giderek bulaşıp çoğalıyor ve giderek büyük rakamlara ulaşıyor. Ölenlerin sayısı binleri çoktan aştı. Hani o mikrop var ya, O işte. Yav bildiğin mikrop işte! Hayvandan insana, insandan insana bulaşıyor. Bu yeni tip “Kâfir” icadı, sessizce kalbini durduruyor insanın. Bunu “Kader’e, “Kaza ’ya”, “Haram’a” , sayamazsınız çünkü. Elin “Gavur’larında” var. Bu mikropların dost olanı “bizim”, düşman olanları “onların” yazın bir tarafa kalsın. Daha bu işin “sokağa çıkma” yasağı var bekleyin.
Kapılar kapalı, duvarlar perde beton, geliş gidişler kesildiğinden velhasıl tertibat önceden hazır olduğundan bu mikrop zindanda bulaşmaz. En azından böyle bir garantimiz var. Ya dışarıdakiler, ya onlar? Buna yürek dayanmaz (ölmek olmasın isterim) o düşman virüsle mücadeleyi güçlü kılabilirse akıllar, tabi mücadeleyi “suç”a saymama kaydıyla, sonuç iyi olur. Çok iyi olur.
Bitki ve hayvanlar dışında yaşadığımız dünyada başka canlılarda var diyor bilim, gözle göremediğimiz belki de bu dünyanın asıl sahibi onlardır. Onlar “cin” falan değil, bildiğiniz canlı. Bak şimdi! Yine bilimden söz ettik, günaha kaçar mı ki?
Neyse, zindanda gece bitmez ve florasan lambalarda uzun, elektrik parayla… İstersen paranı öde aydınlat geceyi. Mesele faturada. Yoksulluğun gözü kör olsun deme sırsı bana hiç gelmez demem. Gerçi kör olduğu kadar olmuş. Baksana etrafı ölüm sarmış. Elbette ölüm iyi değil. Hatta yüz kişiye sorsan yüzde yüzü ölümün kötü olduğunu söyler. Peki, buna rağmen neden hala ölüm var? Yok, öyle doğası(ecel) gereği ölümden söz etmiyorum, savaştan, ihmalden, kasten olan ölümlerdendir sormalarım.
Zor bir dönem… Kimse penceresini açıp dışarıya bakmak istemiyor. Dışarıda kasıp kavuran bir kriz var. Ve bu krizi görmek istemiyor insanlar. “Benim krizim bana yeter” fikri hakim. Bu krizden çıkıp bir deneme yapmak istemeyenlerle dolu dünya. Krizden kurtulmak isterken “Ya beni daha büyük felaketlere sürüklenirsem” endişesi çalkalanıyor kafalarında kişilerin. Peki, ya daha “iyi olursa” ihtimalinin kıymeti yok mu?
Yani bir portakal çiçeği kokusu kadarda olsa yeltenmeli yeni bir şansa. Yeni değerli olabilir. Yeni bir güne başlamak gibi… Zindanda gece zıkkım gibi tatsız ve uzun, uyumak lazım biraz... Yeni bir güne başlamak için. Yeni bir gün!
28.02.2020
2 No’lu Zindan, Elazığ