Bölgede devam eden savaşın acımasızca can aldığı yıllardı. Kızgın demir gibi suda cızlamaların yürek ile paralellik arz etmesi en çok bu dönemde gösteriyordu kendini. Nehil sazlığına her yıl olduğu gibi bu yıl da ev sahibi ve göçmen kuşlar yumurtalarını bırakmış çığrışmanın en muhteşemini salmışlardı sazlığa.
Hep birlikte yaşamanın tek adresi burasıydı.
Tıpkı yaşanılası bir ülkenin birlikteliği gibi capcanlı duruyordu karşımızda. Bu doğa yurdunda canlıların buluşmasının en barışçıl ve masumane heyecanını unutmak elbette mümkün değil. Fakat bu doğal tabloyu bile bozmak için elinden geleni esirgemeyenler boş durmadılar ve bu doğal dengeyi dev dişli ve ağızlı makinelerle bozdular.
Sular, akıp gitmemek için sazlıklardaki bambu kamışlarına ve yabani nilüfer yapraklarına sarılmak istedilerse de nafile. Bir annenin yüreğinden boşalan yangınlar gibi akıp gidince; suların akışına yılan tıslaması gibi bir öfke düştü. Kuşlar yek ağızdan çığrıştılar ve Cilo dağlarına çarpan bu seslerin yankısında uyandık bir kayboluşa.
Savaş hızlandıkça bu boşluğu değerlendiren döngü çılgınca dönüyordu semayı. Bir başka sızı açmak için yüreklerde. Manyaklaştıkça manyaklaşıyordu.
Turnalar, Toylar, Kazlar ve binlerce kuş yersiz yurtsuz kalıyordu. Tıpkı köylerinden zorla göçertilen insanlar gibi. Ve bu göçler beraberinde sefaleti yoksulluğu getirince
Yaşama bir başka ad koymaya başlıyordu. Adı acımasızlık.
Yere düşen; efendisi tarafından yutulacaktı. Alıcı kuşlar dolandı gökleri, yeri, dağları güçsüzler hedefti.
Adını bilemedikleri şu lunaparkları göremeden büyüyen çocukların takıldıkları engeller bununla da kalmıyordu. Aç açına uyumaya çalışan bebelerin çığlıkları memelere bir yudum süt getirmedi. Dünya kuduran bu hali görmezden geldi. Sokaklar aç çocukların büyümelerine şahitlik yapsa da onların sokak çocuğu olmalarına engel olamayacaktı.
Ne şahlar ne sultanlar bu çocukların minnacık ellerinden ayakkabılarını parlatacak ve sümüklerini onların sattıkları mendillerde sümküreceklerdi. Beyler sofralarına taşınan bütün yükler onların sırtına nasır olup oturacaktı.
Ve kuşlar
Göç zamanları geldiğinde uzun uçmak için yol haritalarını belirlerken Nehil sazlığına yok edilen vatan diye isim koyacaklardı. Gökyüzünde alıcı kuşlar onları yol boylarında beklemeye başladılar. Yavrularına uçmayı öğretirken vurgun yediler çok zaman. Kolu kanadı kırılanlar kondukları yerde av oldular avlandılar kendi haldaşları tarafından.
Çok zaman geçti bu anlattıklarımın üzerinden. Kimisi bu sazlığın kuruyan toprağına tapu yaptı kimisi zilliyet. Toprak ağası oldu kimisi, kimisi ise toprak sahibi.
Başka canlıların yurdu üzerine yurt inşa etmek çok kolaydı.
Turnalar kuşların en müjdecisi olarak belleklerde yer eder. Bağırışları baharı getirirdi. Çok türküye konu ve çok sevdaya adres olurdu. Hani bu sazlık yok edilince darıldılar ve gelmediler desem yerinde olur diye düşünüyorum.
Kaç avcının ve kaç Nehil tırpancısının kulağında bağırışları kaldı diye sorsam belki cevap bile alamayacaktım.
Artık umutların kendini giderek anılardaki turnalara bıraktığı bir zamanda yani bu yıl, yeri yurdu yok edilen haymatlos yedi turna gever ovasını dolaşmaya başladı. Bahar gelecekti belliydi, hem de turna semahlarında. Onları çok uzaktan teknolojinin bitmez tükenmez hafifliğinde gözleyecek yüreğimiz yerinden oynayacak adrenalimiz ovayı baştanbaşa dolaşacaktı. Birlikte yaşamanın resmini umudumuzun yittiği bir anda göstereceklerdi bize.
Yurtsuz yedi turna çok salınacaklardı bu ovayı eğer onları sevmesini bilseydik. Eğer onlarla birlikte insanları sevseydik. Eğer kendimizi sevseydik.
Hani birinci dünya savaşında Japonya ya atılan atom bombasın da insanların maruz kaldıkları radyasyon sonucu kanser oluşları hep konuşulur ya. Öylesi bir yaşanmışlıkla bitirmek istiyorum sözlerimi.
On iki yaşına gelen küçük Japon kız kanser tedavisi gördüğü hastanede ümitsiz ama capcanlı duruşuyla hastanenin uğurluğudur. Kendi gibi umutsuz kanser hastası olan yaşlı kadının son sözlerine istinaden kâğıttan turna kuşu yapmaya başlar
Zira inanışlarına göre kâğıttan bir turna kuşu yapan hayata dönecekmiş. Bu öğüdü dinler ve kâğıttan turna kuşu yapmaya başlar altı yüz otuz yedinci turnayı bitirirken hayata veda eder. Bu öyküyü işleyen yerel basın dünyaya sesini duyurur. Dünyanın bütün yerlerinden yapılan turnaların gelmesi bile artık onu uyandıramayacaktı donuk yatıştan. Ölüm onu alıp götürürken ölümsüzleştiği anısından günümüze gelmektedir.
İşte kendi geleceğimizi ve turnaların yurdunu mavi sulara kavuşturmak için öykülerde kalmamak lazım. Savaşın acımasızlığını kıracak zenginliği hep bir ağızdan çığırmamız umutlarımızı gerçekleştirmemiz gerek.
Bu yıl her evde hayata merhaba diyen kız çocuklarına Turna erkek çocuklarına da Arîn adını vererek kendimiz, kentimiz, dünyamız için barış tohumları ekelim.