Merhaba çocuklar; yakıcı, bir o kadar da hüzünlü ve başka bir ağustosu gösteriyor takvimler. Yüreğimin mili sizi gösteriyor. Derin bir kuyudan ağır ağır anılarınızı çekiyor bir çıkrık. Hatıralarınız beliriyor, fotoğraflarınız, gülümsemeleriniz, telaşınız, heyecanınız…
İsimleriniz, o kahredici mermerden mezar taşına kazılmasaydı, Hüsamettin’in bilmem kaçıncı yaş gününde tebessümünü seyredecek, gökyüzünün mavisini kıskandıracaktık. Ve Selda öğretmenin minnacık öğrencilerinin nasıl bilinçli olduklarını, nasıl büyümüş olduklarını gururla konuşacaktık.
Geride bıraktıklarınız olmayacaktı.
Okyanusun o en derin yerinde, kelimelerde, alfabelerde aramayacaktık kalanlar olarak.
Takvimler gözleyecekti bakışlarımızı, biz takvimleri değil.
Tarih sonradan başlıyor çocuklar. Önceleri ağustos güneşli, sapsarı açardı ve biz bilmezdik aslında, bilmek için bir bahanemiz yoktu belki de. Kime açtığını? Niye sıcak olduğunu? Yaz mevsimin içinde sıraya girmiş bir ay olduğunu? Okulda öğrettikleri için bilirdik. Ama sonra netameli bir ay olduğunu öğrendik, gidişleri sayfalarına gözünü kırpmadan yazdığını öğrendik. Kızgın, kırgın, kahredici, kederli ve hatta açık yaradan sızan acı…
Ah çocuklar ah! Toprağa karışmakta tarih, toprağın üstünde atılan her adımda yaşamakta… Ve tarihin yarıklarından sızarak sevdiklerinizin yüreğine, belleğine, o yaşam denen şey, kemiklerimize, iskeletimize ağır açıklar bıraktı.
Belleğimin hüzünleri, tarihi yazanlar çıvgınlardır, yaşayanlar bunu yaşayarak anladılar. Tarih tüccarları, raflara kadere inanmış çıban bıraktılar. Biz sizden sonraki tarihiz, çıbanı ve çıyanı öğrendik.
Reklam arası vermiş tarihten bu kez yol hikâyeniz bir başka yol hikâyesi ile bir başka kavurucu ağustosta tekrar etti…
Biz hep kanadık…
Dilce susup, bedence kan aktığımız bir başka ağustosta bir yol hikâyesinde bıraktık onları…
Bin yıllar öncesinden “Coğrafya kaderdir” denmiş. Ölüm üzerine kader, coğrafya üzerine yazgı… Tanıdık bir bezirgânın kar ettiği, biz yaşayanların kalplerini patlatan yazgı…
Kalbi yerinden oynatan aşkların yaşandığı bu coğrafyada yine kalbinin ayarına iyi gelecek bir usta sevgilinin elindeyken, düştü Sertip. Tertemiz yüzünden gelincik renginde kanı sızdı, aktı toprağa…
Toprak anadır. İki ana, evlat kanı içe durdu aynı zamanda, saatler durdu, sustu yol, durdu yol…
Ferheng istese de koşamadı yardımına. Onun da göz feri çekildi. Kalbi uzak bir yol ortasında kimseye görünmeden çekildi ebedi istirahatine…
Anlatamam size çocuklar ölümü, ben kâfi derecede ölmedim daha!
Kıyamıyorum size sormaya da!
Hani damar kesilince içeriye soğuk sızar ya! Ve sıcak dışarı kaçar. Eğer ölüm öyle bir şeyse anlatmayın ben yeterince tanıyorum.
Ya da ölüm babasından, anasından, büyüklerinden önce ölmekse, bir eli çabuk öldürsün bizi…
Bir kanun tanımaz kessin hükmümüzü.
Yok eğer, sevdiklerimizi geride bırakıp, yani sevgilimizi, eşimizi, kızımızı, oğlumuzu, anamızı, babamızı, ağabeyimizi bu kader olamaz, ancak cezadır, ölüm değil.
Kanıtlar, görgü tanıkları, resmi mühürlü ölüm belgesi gösterip, sınırlarını ölümün kısabilirler belki, bizde uzun bir sızıdır, kimselidir, evlatlıdır ölüm.
Ölmemiş olabiliriz çocuklar, ölümün haritasını sonradan çizimleriyle gördük.
Yakıcılığı ile matemini sonradan yaşadık. Yaşıyoruz. Güç bela kurduğum cümlelere bakın çocuklar.
Güç bela yaşıyoruz çünkü.
Peş peşe kaç gece ve yıllarca uyumadığımızı, uyuyamadığımızı söylemeye cesaret edemiyorum.
Albümleri açıyoruz, bazen bir köşesinde bakışınız, bazen en önde bir cakalı poz. Bazen omuz üstünden süzgün fotoğraflar.
Sonra korkup kapatıyoruz, ağladığımızı görür üzülürsünüz diye.
Ama yürüdüğünüz sokaklar, yemek yediğimiz sofralar kısacası tüm şehir her gün sizi bize getiriyor, tüm mahalleler, tüm kavşaklar, arkadaşlarınız…
Evet çocuklar, yanık yağın içinde boğulmuş bir ağustos daha yaşıyoruz şimdi. Tandır ters dönmüş adeta, dibi gökyüzünde yanıyor, ağzı yeryüzünde.
Bir yol hikâyesi daha okuyacağım şimdi size.
Pandemi yeni bir icat. Hasta edip öldürüyor insanı. Ama aklımda yasak düşünceleri bilen, evimdeki “sakıncalı” kitaplarımla uğraşan kolluk var. Bir yol Elazîz 2 Nolu zindanına uğramışlığım da oldu, hem de uzaya yol, servis bırakmışken dünya…
Yol, Sat Dağı’na, ölüm bize düştü çocuklar. Hepsi siz yaşlarda, okumuş. İş tutar elleri. Sevdalı kimi, kimi hülyalı, kimi öyküsünde.
Gece tıkansın diye, ıslık çalmak istiyorum o yüzden. Belki o vahşi hüzün, o mahmur ıstırap biraz olsun uzaklaşır. Ama mevsim değişmiyor, aylar değişmiyor, gece ve gündüz değişmiyor.
Yol hikâyelerimiz, “yol yaptık” diyenlerin yalanlarında yazılıyor. Hayatımızı onlardan saklamaya çalıştıkça onlar hayatlarımızı çalıyor.
Bir matem havası vardı yine, gündüzün bakışlarımızı beyaz bulutların içine gömdük, gece ise karanlığın derinliklerine bıraktık.
Meryem, Evin, Aysun, Savaş, Çimen ve Semra için çıt bile çıkarmadık. Ağzımız açılsa, düzen kırılır sandık. Babalar, anneler, kardeşler bir şehir kor yangınlar gibi yandık, acı acı öksürdük içimize.
Öyküleri vardı oysa her birinin. Hayalleri…
Bizi soracak olursanız çocuklar, biz biraz ağlamak için fotoğrafların arkasına yazılan tarihlere bakıyoruz. Çok ağlamak için takvim yapraklarına. Her günümüz sizin eksikliğiniz çünkü.
Coğrafyadan öğretilmiş kaderin takvim yaprağını koparsak, yol hikâyelerimizi kendimiz yazmış oluruz. Sonrası macera değil, sade yaşamak.
Gözlerinizden öperim…