Yaşar Kemal'i ve onun edebiyatını dünya yüzünde bilenler bilir ki; Yaşar Kemal'in kendisi bizatihi büyük kapılardan geçmiş, büyük bir edebiyat şahsiyeti. Ben bu kanıya, 1980 yılında "Kimsecik" üçlemesinin ilk kitabı "Yağmurcuk Kuşu"nu ve sonrasında "Kale Kapısı" ile "Kanın Sesi"ni okuduğumda varmıştım.
"Yağmurcuk Kuşu"nda o denli büyük kapılardan geçmiş bir edebiyatçının anlatısı vardı ki; kitap okunup bittiğinde "İnsan teki bir hayat boyu böyle bir taamın dimağından eksik kalmamasını ister" dedirten bir lezzetti.
Kitabın sayfaları arasında Anadolu ve Mezopotamya coğrafyasının halkları sökün ediyordu. Büyük yok oluşun ve beraberinde insana dair trajedinin 1915 ve sonrasındaki "büyük felaketi"ne denk düşen; yollardaki telefatın izleri vardı. Ermeniler, Kürtler, Türkmenler, Araplar ve diğer halklar. Ermeni halkının Çukurova topraklarından koparılıp atılmasının üzerine, Kürt coğrafyasından göçle gelenlerin yerleşme/yerleşememe dertleri, hikâyeleri paylaşılıyordu "Yağmurcuk Kuşu"nda. Çukurova, Adana, Hemite, İsmail Ağa, Van, yolda bulunan kimsesiz çocuk Salman, Adana'da doğan Mustafa ve roman boyunca hükmünü sürdüren "korku" ve korkunun ördüğü çember.
Dünya edebiyatında Yaşar Kemal gibi çok az edebiyatçı vardır ki dili bu denli ustaca kullanabilen, dilin sırlarına bu denli vakıf olabilen, dilin renklerini, tonlamalarını, ahengini bu denli ruhunda hissedebilen.
Sanırım Yaşar Kemal olmak biraz da böyle bir şey ve bunu başarmış olmak erdemi. Kendine has edebi "dili" olmak, hatta daha da ötesi "dile" kattığı yeni sözcükleri olmak ve bu baptan hareketle "kendi sözlüğü" olmak... İşte Yaşar Kemal'i Yaşar Kemal yapan bana göre tam da buydu.
Her defasında derim; mesele, hikâyeyi herhangi bir dilde anlatmak değildir. Mesele, edebiyatı yapılan dili çok iyi kullanıp edebiyata malzeme olan insan ve mekânları hak ettikleri yere oturtarak edebiyat yapmakla ilintilidir. Yaşar Kemal bunu haysiyetiyle yapan bir ustaydı. Onun edebiyatının satır aralarına kadar nüfuz eden dile, vakıf olanlar elbette bilir ki; Yaşar Kemal'de Anadolu ve Mezopotamya halklarının renk cümbüşü ve ahengi vardır.
Yaşar Kemal'in edebiyatında halkların birbirleriyle vuruşması ve çatışması yoktur. Halklardan birinin ırkçılık fetişizmi ile yüceltilerek, diğerlerinin aşağılanması da yoktur. Kültürel ve geleneksel damarların bir arada yaşama ve birbirlerini öteleyerek değil, etkileyerek, yaşadıklarından bir şeyler öğrenerek, tat alarak hayatı ruhuna kadar yaşama felsefesi vardır.
Ve tabii ki; en büyük ana, doğayla birlikte yaşamak...
Elbette büyük kapılardan geçmiş büyük romancılar, büyük edebiyat ustaları edebiyatlarını yazar/yaparken satır aralarının birçok yerine kendilerini de katarlar. Benim Yaşar Kemal okumalarıma göre bu durum "Yağmurcuk Kuşu"nda ziyadesiyle var. "Yağmurcuk Kuşu"nun ilk yayınlanışının ve benim okuyuşumun üzerinden 30 küsur sene geçmiş olmasına rağmen bende bu denli iz bırakmasının bir nedeni de budur.
Edebi duruşunun yanında entelektüel duruşu nedeniyle Yaşar Kemal'in yeni bin yıla yadigâr bıraktıklarından da söz etmekte yarar var.
Bir başka kitabı "Bu Bir Çağrıdır" Yaşar Kemal Ağabeyin 1990'lı yılların başından 2009 yılına kadar 20 yıllık zaman dilimi içinde (aslında 1951 yılından bu yana gazeteci kimliği ile yazıp söyledikleri de kitabın kimi yerlerinde var) her defasında farklı şekillerde ifade edilmiş ama içeriği aynı, kimi cümlelerle bıkmadan usanmadan "muktedirlere" sorumlu ve vicdan sahibi aydın kimliği ile yazdığı, konuştuğu ve paylaştığı cesur metinler.
"Bu Bir Çağrıdır" kitabını yayınlandığı dönemlerin gazete kupürlerini hatırlayarak yeniden okuyunca, bir kez daha "çağrı"sının kıymetini kavradım.
Kitabın başında "Bu bir çağrıdır" diyordu Yaşar Baba, "vatan sağ olsun" ama "vatandaşın boynu altında kalsın", vatandaşa ne olursa olsun demeye getirenlere! Vatan sevmek, sade, insanını değil; taşını, toprağını, ağacını, suyunu, börtü-böceğini de sevmekten geçer diyenlereydi sesi-sözü Yaşar Kemal'in "çağrı"sı...
İşin doğrusu Yaşar Kemal gibi "Dünya Edebiyatı"nın büyük ustası bir dil kıymetlisi şahsiyeti sade edebiyatçılığı ile tanıyıp, bilmek kanımca Yaşar Kemal'e büyük haksızlık olur. Yaşar Kemal'i vicdan ve onur sahibi aydın sesiyle de tanımak bilmek gerek.
Yaşar Kemal'in sesi "onur da ağlar" diyerek haykıran bu coğrafyanın bir başka evladı Ahmed Arif'in dizesiyle bir iç sestir. Diğer bütün iç sesler gibi deruni ve içeriden bir sestir. "Hariçten gazel okuma"ya ve okuyanlara karşı tavırlı bir iç ses. Yürekten yaralı, her ölüme, her yıkıma, her talana, her acıya, cinsiyet, kimlik, etnisite ayrımı gütmeksizin içi, yüreği yanan bir iç ses...
Bu tespiti dünyanın entelektüel kimlikli şahsiyetleri bihakkın biliyor. Bildiği için de Yaşar Kemal'i onurlu ve haysiyetli bir konumda gördü her daim. Pek âlâ! Durum ve vaziyet bu mecrada yürüyorken Yaşar Kemal'in yarım asırdan fazladır bıkmadan, erinmeden söylediklerine bir Allahın kulu karar mercii, erbabı politika mensubu muktedirler neden kulak vermedi o halde!
Kulak vermez/vermedi. Çünkü onların işi bu! Aklıselime kulak asmamak! Yaptıkları onca kötü işin, aslında "iyi işler" nevinden olduğunu sanmak.
Yaşar Baba'nın çok sevdiği bir Kürtçe söz vardır. Der ki; "Xwedê yeke, derî hezar." Evet, Allah birdir, kapı bin. Biri kapanırsa bir diğerinin açılacağı umudu hep vardır.
Beş yıl önce edebiyat babasını kaybetti...
Diliyor ve umuyorum ki; bu dünya yüzüne belki de yüz yılda bir gelecek böylesine hançeresi kuvvetli, belleği güçlü, dünyası sevecen ve toprağımızın, coğrafyamızın onur abidesi, yüz ağarı Yaşar Kemal Ağabeyin öte yakaya göçerkenki sözlerine kulak verecek muktedirler, sahiden "muktedir" olur... Yoksa Yaşar Baba'nın edebi ve edepli eli hep yakanızda olur ve her daim hesap sorar, benden söylemesi...
2020 Şubatının son gününde Barış'a hâla o kadar uzağız ki!
O diyordu ki; "Ben angaje bir yazarım, kendime, söze ve insanlık onuruna".
Birhan Keskin'den iki dize ile el ederek; "Buraya umutlu günler koydum
Şimdilik uzak gibi görünüyor" diyorum Yaşar Baba, bizi bağışla...