Yalnız bir geceydi benim için. Düşününce beton evin etrafını saran kar, yıllar öncesinden bir konuk getirdi yalnızlığıma. Korku düştü sonra olur olmaz…
Dizlerim bu kadar çaresiz kalmamıştı hiç.
Klavyeye parmaklarım basmıyordu. Soytarı bir ses ikide bir cama çarpıp yüreğimi yerinden ediyordu. Nereye dönsem, bedenimden çıkan sesler korkumu tetikliyordu. Dışarı çıksam belki bağıracaktım!... Belki de göğsüme kadar kara gömülecektim. Kar soğuktu ve yalnızlık korkuyu deşiyordu. Dedim ya dizlerim takatsiz.
İçeride çırılçıplak ve yalnız. İyi olunur mu?
Korku!...
Duvarları üstünüze salıyor tıpkı bir köpek gibi. Olmadık hayvanlar türüyor… Her birinin kaç kafası, kaç kolu- kanadı var… ya bacakları giderek çoğalıyor. En iyi ihtimal gölgeler sahipsiz dolaşıyor ortalıkta… biraz ötenizde… ancak korkularınıza çok yakın….
Belki gelen konuk silecekti siyah tahtamıza çizilen tebeşir izlerini…
Fırtına, dün geceden beri devam ediyordu. Kar bu yıl yine çok yağmıştı. Saçak diplerinde kanatlarıyla bedenlerini ısıtan serçelerin kasıklarına kadar uğulduyordu rüzgar. Ve toprak evlerin damlarını saran karı ufalaya ufalaya öğüten rüzgar bacalara teğet sırtlar yapmıştı. Dili yok… aklı yok bu rüzgarın sanattan anlayan ruhunu ararken gündüz görünmüştü. Nebi attardı yolları ne zaman köylere kesse kar, rüzgar dans etmeye başlardı.
Ölüm dansıydı bu…
Sabah uyanır uyanmaz pencereden dışarıyı seyretti. Gök bembeyazdı, bizim buralarda bu gün tipine (sipiro) derlerdi. Gözleriniz nereye baksa beyaz olurdu. Beyaz meleklerin elbisesiydi onu biliyordu.
Çocuklara kışın balonlu sakız, şeker(emece) kızlara ve delikanlılara ayna ve tarak, sürme, analara kına, babalara el feneri, pil lazım olurdu. En karlı ürünlerdi bunlar. Bunları satacak karşılığında demir kuruşlar ve liralar kazanacaktı. Bu birikimlerini toplayıp tüccar olacaktı.
Aklına koyduğu bu hayal onu fırtınanın dansına sürdü.
Garibim annesi dese de, “Oğul bu havalar pek tekin değil…” O, aklına koyduğu hayali rüzgarın dansıyla buluşturacaktı. Sonra, bu dağları yaran yolları avucunun içi gibi bilirdi. Kar kapatsa da gözleri ezberlemişti.
Delikanlılık çağıydı.
Şimdi yola çıksa akşama iki köyü dolaşır pazarını yapar, belki de düşlerine gizli gizli giren yabancıyı bulurdu. Hediklerini ve attariyesini sırtladı yokuşun dibine doğru giden ayak izinden inmeye başladı. Rüzgar, dün geceden artan kar kristallerini hafifçe savuruyordu etrafa. Doğuya doğru yönelince annesi tepedeki evinden onu gözlüyordu.
Yüreği evladına uzandı.
Bir türlü yakalamadı onu. Duysa da geri gelmeyeceğini bilmesine karşın. Seslendi üç kez;
“Nebiii… Nebiii… Nebiii…”
Gözlerinden ıraklaşıncaya dek bakındı. İçine düşen hüzünle iki gözlü evin tahta kapısını ilk kez rüzgar hızıyla itti. Teneke sobanın yanındaki mindere oturdu. Sobanın bir yanı tezek yanığıyla kırmızılaşmıştı. Yüreği avucunda olsa belki bir yanı kızıllaşmıştır diye geçirdi içinden.
Nebi ise uzun yolculuğunu neredeyse bitirmek üzereyken fırtınanın verdiği yorgunlukla susamış olacak ki hem su içmek hem de dinlenmek üzere yol kıyısındaki kaynağa gider.
Bir kaç gün sonra köylüler onu bulduklarında yalnız bir eli görünüyormuş. Fırtına onu boğduktan sonra iyicene örtmüştü diyordu köyün muhtarı savcıya.
Annesine haber ulaşınca kızılca kıyametler sarmıştı şehri…
Mahallenin bütün çocukları annenin çığlıklarına doğru koşarken, Nebi’nin attariyeleri zabıtlardan geçip gelmişti ellerine.
Köylerin kızları ve delikanlıları taraksız ve aynasız kalmıştı o yıl.
İşte onca yıldan sonra, yalnızlığıma ve korkularıma inat yattığı yerden çıkıp gelmişti geceme. Az önceye kadar cirit atan korkularım ve yalnızlığım Nebi’nin gelişine ne çok sevinmişti.