Bir sözcük dizesidir aslında yaşama dair kurguladığımız. Sadece anlatabildiğin kadardır senin yaşamda, yaşamın yansımasında ‘iz’ bırakabilen şeyler, ötesi, saedece beninden geçirdiğin, belki de cümlelerle ifade edemediğin o tüm `vay be!’lerindir senden sana öte kalan...
Duruyorum orda...
En gerçekçi durağım ‘vay be!’lerde (s)irliyor ve işte ordan başlıyorum tekrar zamanın hafazımda kalmış dalgalarına tekrar tekrar dönüp, “şu yaşam denen serüvenin muhasebesini” kendimle olan, monoloğumla ölçüp biçerken, en çokta ‘vay be!’lerde bucalıyor ve kurguladığım zamanın ötesindeki kendimle olan bağımı koparıyorum..
Bazen severim düşler(im)le oynamayı, tekrar tekrar onlarla gezinmeyi ve bir yerlerde yarı kalmış ve bırakılmışlıkları tekrar tekrar “tersten” okumayı...
Oysa ne kadardır zordur ‘kendinle yüzleşebilmek’ ve acımtırak hafızadan kana kana içebilmek yaşama olan inancı, güveni, umudu ve en önemlisi SEVGİyi...
Oysa, tüm öfkelerin ardında “sevgisizliğin” ahı vardır, belki de, tüm şiddet ve hırsın özünde, sıcak bir sevgiyi doya doya, kana kana yaşayamanın “vay be!”leri vardır ve ondandır, öfkeye bürünmüş, kana boyanmış tüm yaşam akışımız...
Tam 32 yıl oldu bu dünyaya geleli, her bir 10 yılı bir yerde, bir yaşamın yaşamlar arasında, gelip geçerken; aslında ne kadar da ‘vay be!’li bir yokuşu teptiğimi anlıyor ve orda duraksıyorum...
Yaşam, ‘an be an’ anlamayla eşdeğerken, her bir zikzak ve iniş-çıkış veya fırtınasında, aslında, hep ‘aynı’ döngünün içinde olduğumu fark edince, dilimdeki ‘umuda’ bağımlı tüm sözcükleri, birer birer, acı bir yutkunmayla, içimde patlıyor...
Evet...
Maalesef, halen aynı döngüde, aynı dönemecin başında bekliyor bizi yaşam, oysa, biz sanıyorduk ki, yaşamın ötesinde bir yerlerde, farklı frekanslarda olsa bile, aynı yeryüzünün, aynı güneşiyle ısınır, gece aynı yıldızlara bir şeyler fısıldar ve aynı kâinatın, aynı nimetlerinden tüketiriz...
O zaman, neyedir bu birbirimizle “paylaşamadığımız” şu gezegen!?
Allah aşkına, bu kâinatta bir insanın varolma, yaşama hakından daha değerli, daha kutsal, daha mübarek bir şey var mı?
Aslında tüm dillerin, söylediği “insan yaşamının kutsallığı” ve tüm dinlerin, ideoloji ve ahlâki değerlerin de bizi götürmek istediği “o ideal yaşam” insanın yaşama hakından başlamıyor mu?!
Vay be!
Yine “soru”lara takıldı beynim, kaygılarım var çünkü yaşama dair, kaygılarım var insana dair...
Oysa, insan hep güzeli en güzeli, mükemmelin izindedir ve oraya yönelir, sürüklenir ve orası için didinir aslında, ama, yansımadır işte, yansımanın yanıltması...
Oysa, ne güzeldir bi çocuğun gözlerinden dünyaya bakabilmek, kirlenmemiş, kararmış ve tertemiz tüm umutların doğduğu o gözlerin içinde...
İşte, bir başarabilsek, o gözlere her şeyden çok SEVGİ ekebilsek, insanın yüceliğini anımsatan, güven, saygı, bilgi, ahlâki değerler... tüm erdemleri, o gözlere ekebilsek...
Birde, aslında, dünyada herkesin “insan” olduğunu, insanını renginin, dilinin, dininin sadece birer iletişim aracı, birer zenginlik ve renglilik olduğunu, aslında, insanların gökkuşağının bir rengi olduğunu ve birinin yokluğu, diğerinin eksikliği anlamına geldiğini, bir tanımlayabilsek, özümseyebilsek...
Ve...
Evet,
Ve
Zamanı gelmiştir artık diyorum: Bizi bir araya getiren şeyler, mecburiyet, adetten ve “şerma dınyayê”den olamsın, insanız diye İnsanlara dönebilmeliYİZ...
Vay be,
Yine, bir sürü “-LİYİz” bir sürü “SORU?” ne gerek var değil mi?!
Bunları zaten biliyoruz aslında...
Benden sadece küçük bir hatırlatma!...
Umut ettiğimiz yaşam dileğiyle... (sonraki yazım Kürtçe olacak :)==)