Gök, hışımla dolu yağdırıyordu. Az ötedeki çatının üstüne düşüşlerinden bir tıpırtılı ahenk vardı. Sonra rüzgar esiyordu, dolunun yerine ıpıslak bir yağmur ve yağmurun gövdesini zorlayan rüzgar, dar sokaklara serpiştiriyordu keyfince. Öylece seyrinden, çok eveli yıllara dalıyordum. Çocukluğum koşuyordu oyun havasıyla. Gençliğim en çakı yıllarını yürüyordu bu havada. Çıkıp gelmek istemiyordum.
Sonra! ... Sonra! ... birden güneş beliriyordu. En derin yerinden toprak kokusu yayılıyordu beton binaların arasına. Burnumun direğinden uzanıyordum kokulara,öyle içten. Ve kabarıyordu göğsümün bir yerleri, dım dım ediyordu aşka ve zamana inat.
Yeniden başlıyordu, dört koldan. Gök yırtılırcasına boşaltıyordu içindekilerini. Tıpırtı çan seslerine dönüyordu, gazap yağmurları çiseliyordu. Rüzgar saçakların diplerinde kuduruyordu
Vuuu
Vuuu
Kim bilir dağlara doğru bir yerde ilk yağımda, gökkuşağı, renkleriyle maviş bir kızın dünyaya gözlerini açması kadar esmer asılmıştır gök yerine ve yere doğru iki koldan sevdayı topluyordur. Şimdi ise günün orta yeri, kara bulutlardan kara düştü gökyüzüne.
Balkon iyice soğumuştu. Tenime doğru soğuk bir tabaka ulaşmak üzereydi. İki elimle bedenimi ovuştururken gözlerime ansızın takıldı şehrin ötekileri
Yağmur yine yağıyordu
ipil ipil yağıyordu hem de
Sular, caddeyi dört parmak yüksekten meyil edip, şehrin ötekileri için kalacak yer bırakmamış olacak ki; onlar da kuytuları, kendileri gibi, unutulan yerleri mesken etmek üzere yağmurun hızı kadar ıslanmış olarak yürüyorlardı
Gencecik bedenlerine şırınga ettikleri o vahşi düşmanlarını taşımak o kadar ağır geliyordu ki ayaklarının altından cadde batıyordu sanki.
Kara bata çıka giden ve yolunu kaybeden yolcu hesabı.
Hazan, bir adım uzaklıktaki kışa hızla ilerlerken, boş inşaatı mesken tutan bu insanların kendilerine düşmanlıkları onları her yönüyle esir alan o illet afyondan geliyordu. İnşaatın görünmeyen yerlerine doğru ilerlerken ilk görünenler. Diğerleri gelmeye devam ediyordu.
Yağmur da yek ahenk akıyordu.
Şehrin kıyılarında mesken belledikleri yerlerde korunamayan ve ıslanan bu insanların genç bedenlerine iğne ucuyla giren bu düşmanın öldürülmesi neredeyse imkansızdı. İmkansızdı, çünkü; sevgiyi onlardan neredeyse kaçıran bizler, onların her gün gözlerimizin önünden yürüyüşlerine şahit oluyor ve o aksak, yalpalı, ağır yürüyüşlerini görmeden hırslarımızla baş başa kalıyorduk.
Yek yek yalnızlaştırdığımız ve ötekileştirdiğimiz bu insanların ölümlerine de yapmacık bakıyorduk. İtiraf etmeliyiz ki görme yetimizi kaybolan yerden alıp getirebilelim diye
Ve itiraf etmeliyiz ki tek tek yalnızlaştırdığımız o bedenlerin ordulaştığını görelim diye
Ve itiraf etmeliyiz ki uyuşan onlar değil, bizmişiz öğrenelim diye
Gün boyu akan yağmur, suları ile bir çok yerde taşkınlara ve sellere vesile olmuştu
Seller de beraberinde yalnız ne bulduysa, kimsesiz kimi gördüyse alıp götürmüştü. Kaçmak için fırsatı olanlar yaşamanın tadına varırken fırsatı olmayanlar da ebediyen havayı ciğerlerine taşıyamayacaklardı
Umut, bu kentin sarıldığı yegane dost olurken ondan kopmamak için aralıksız yağan yağmura inat, aralıksız devam eden düğünün başrolleri ana rahmine cenin düşürüyorlardı. Ve ana kucağından kopan yavruların damarlarına kimsesiz düşmanlar yürüyordu. Bir yanı cehennem, bir yanı cennet olsa da şehrin; umut çoğalmalıdır.
Uyuşmadan, uyuşturulmadan umuda sarılmalıyız. Yağmur bereketini ve felaketini nasıl taşıyorsa dünyaya, biz de aşkı ve sevgiyi öyle taşımalıyız insana