Ülkesinin uzağı “Şilîya”
Şerif dost direk mesajdan yazıyor. Eylül’de yeni roman var. Yayınevine söyleyeyim protokole yazsın seni.
Bekliyorum…
Eylül, her zamankinden hızlı döküyor yapraklarını. Rüzgarı Eylül’ün bir hışımla gelip geçiyor.
Kitap gecikiyor…
Ekim gelip çatıyor. Kobani, tarihteki gibi Kürt kapanına dönüştürülmeye çalışılıyor. Artarda Kürt gençlerinin ölümleri yüreklerimize kurşun gibi çöküyor.
Her şeye yasak bu coğrafyada, kalbimizin hüznüne bir türlü yasak gelmiyor.
Kürtler ülkelerinin akordunu vermeye durdukça, cırtlak ve yırtık sesler kıyametleri koparmayı sürdürdü. Bilirsiniz…
Tamda Ankara kızıl kıyametler ve fırtınalar koparırken, Kürdistan’da sulusepken bir kar yağışı, bir boran, bir talan başlıyor…
Kavak ağaçları yakışıklı boylarından kırılıyor, söğüt dalları yapraklarına tutuna tutuna ayrılıyor gövdelerinden, enerji direkleri bir bir devriliyor, elektrik kesiliyor, sular akmıyor şehrin çeşmelerine…Kobani’de direniş, dertleniş, depreniş durmadan devam ediyor. Kürt kadını savaşta efsaneye dönüşüyor ama.
Sonra kapağında kara bir trenle çıkıp geliyor “Şilîya”
Acı mı acı bir yağmur yağıyordu, okuduğumda.
Gever yine tansiyonu yükselmiş bir şehirdi, üstüne serpiş serpiş yağmur düşüyordu. Gaz bombalarından çıkan kokularda bir yandan özgürlük korumuzu bozmaya çalışıyordu.
Ama roman soluksuz bir aşkın takvim yapraklarını döke döke sürüyordu.
Devlet tutanaklarına geçen isimlerin öldürüleceği, işkence edileceği günlerde geçer bu aşkın vakti.
Yani vakitsiz bir aşktı Şilîya’nın.
Hep beraber öldürülen, cezaevlerinde iliklerine kadar işkence edilen Kürtlerin vakitsiz tutulduğu tufanlar gibi bir aşktır aslında.
Korkuların arasına sığdırılmış sevişmelerin, ölüm titremelerinin turuncudan lime lime döküldüğü kaçmalar var satırlarında.
Tam bir fedakarlık, bir kadın tutkusu, bağlılık, inanışla başlıyordu her şey, sonra bir ayrılışın kilometrelerce uzak kalışı gelip çatıyordu.
Birbirinden uzak yaşamlar, birbirine yakın ölümlerden beterdi.
“Hani bazen sessizliğe gömmek istersin kendini, çırılçıplak, yârin gülüşlerine çalan gecenin içinde, öylece bir başına, uzunca…”
Avrupalı kentlerde gecenin içine dalıp dibine düşürüyor yalnızlık. Gündüzler raylara düşmüş tek bir vagon gibi kimsesiz, belirsiz, akıbetsiz…
Yalnızlık, kara bir mezardır elin kentlerinde.
Sürgün ise çok derttir.
Hele aşk varsa, rengi solmuş bir çocuk korkusu…
Bazen, ülkenin kokusunu anımsar, bazen bir dağ yamacını, bazen bir kara aksanlı sohbeti, bazen kaçak çayını…
İşte o zaman, dayanılmaz bir buğu, kabartı, taşma ve gözyaşına teslim olur insan.
Uzakta aşk, akıl koridorlarında gezinir. Gezinir de bir türlü bulamaz kendini. Ürpertir bazen. Tek başına gülümsetir.
“Yüzü bir martı kadar mahzundu,
hüznüne ilginç bir gölge düşürmüştü.
Boşluğa düşen acı bir çığlık gibi,
gece teninin rengine düşmüştü…
Hamburg tepeden tırnağa ıslaktı şimdi…”
Kolay değil ülkenizin kabinden, yarinizin kabinden kopup başka bir ülkede yaşamak, sigara içmek zehirden de zehir olur, bir kahve kafanızın ağrılarını dindirmeye yetmeyebilir, bir kadeh hiçbir özleminizi yatıştıramaz.
Nereye dönerseniz, bakarsanız, yürüseniz bir özlem olur…
Ait olmadığınız sohbetler, yaşamlar olur…
Aşk sürgünde, kilometreler ötesinde en çok ölüme benzer.
Ve gelir kırklar dağına, matemin anayurdunda yürek yakar. “Şilîya” ne toprağa sığar, ne güneşe, ne aya, ne gökkuşağına…
Onun ebedi ikametgahı yürektir.
Dolanır dilden dile efsane olur.
Diyesim tuttu;
ateşin sesi ve rengi gibi
bakıp bakıp öyle
çok sevmektir
daha çok seni
Mezopotamya’da toprak damlı bir evin avlusunda
ya da
bir dağın rüzgarının uğultusunda ölümüne susarak