Şimdi asıl adı “Taxê Rûtan” olan kışla mahallesindeyim.
Bomba yememek için adeta yan yatan o eski evlerin nasıl da yıkıldığı ve yakıldığını izliyorum. O kadar çok düşmanca gidilmiş ki üstüne, üzülmeye fırsatım olmuyor.
Çocukluğumun geçtiği evlerin izi yok, ara sokaklara kaptırmak istiyorum kendimi ama nafile! Eski yaşamdan bir emare bulamıyorum.
“Taxı Rutan” yani yoksullar mahallesi.
Yoksullar mahallesine modern çağın bütün silah tüccarlarının zenginlik rüyalarının karşılığı olan barut dolusu mühimmat bırakılmış ve patlatılmış.
Adına vatan savunması denilen bu tahribatın, aslında geçmiş yüzyılda insanların binbir emekle ördüğü evlerin yıkılması anlamından başka bir şey ifade etmediği ortadadır.
Çocuk bağırışlarımızın yerini koskoca bir matem havası almış.
Ne yana bakarsanız bakın, gördüğünüz kocaman bir savaşın insafsız, insafsız olduğu kadar açıklaması mümkün olmayan ama öfke kusmasına denk düşen görüntülerden oluşuyor.
Dedemi bir kenara bırakıyorum, babama ait üç beş anıyı bile silahların zoruyla ortadan kaldırmanın dayanılmaz acısını yaşamak çok zor.
O topraktan yapılan kerpiç duvarların ve damların tuğla ocağı gibi piştiğini görünce, “ne kadar acı çekti toprak” dedim kendi kendime.
Toprak acı çekmez demeyin!
Geceler ve günler boyunca inen bombaların altında, taş bile dayanmaz ve acısından parça parça olur.
Toprak, yanıp un ufak olur. O kadar ufalır ki küçük bir meltem bile alır uçurur…
İşte o vaziyette her şey…
İçimdeki acı yavaş yavaş üzüntüye dönünce dedemin kaybolan mezarının da içinde bulunduğu mezarlığa varıyorum. Etrafına örülen istinat duvarı da savaşın öfkesinden nasibini almış. Briketler blok blok devrilmiş ortalığa. Kimi bloklar yakınındaki mezar taşlarını kırmış.
Uzunca bir zaman donakalıyorum. Ağlasam mı? Ağlamasam mı?
Havada bana benziyor, yağmur yüklü bulutların baskısı altında, yağdı yağacak.
İki barut fıçısı…
Yoksullar mahallesine bunu yaşatan “nefret” ne büyükmüş.
Anladım biz yerlisiyiz bu acıların.
Sonradan duymadık. Görmedik.
Ama bu kadar “nefret” garip değil mi?
Her şeyi gören tanrım! Gökyüzünden yağmur yağar gibi yağan bombalar ve kurşunları şüphesiz ki gördün!
Sence de garip değil mi bu nefret?
Havanın kokusuna bulaşan o keskin ölüm kokusu sence de garip değil mi Tanrım?
Ve dönüp ovaya ilişiyor bakışlarım.
Uzak noktalarda aksiyon filmlerinin set alanını andırıyor.
Sanki film bitmiş ve set olduğu gibi duruyor.
Her şey yönetmenin istediği gibi yerli yerinde…
O kocaman kenti gönüllerince yazmış ve yönetmişler.
Taptaze bitkilerin rengarenk doğuşuna ilişmiyor bakışlarınız çünkü derin tahribatın kentin dokusuna enjekte ettiği vahşetin etkisinden kurtulmak oldukça zor.
O zarif mevsim,
Ve o mevsimin mertliği ortada duruyor.
Maalesef yüzyılın fütursuzluğu karşısında güzelliği seçemiyor insan.
Yoksullar mahallesini zenginlerin rüyaları için yerle bir eden anlayış gibi seçemiyor insan aradaki o büyük boşluğu…
Aslında o boşluğun içinde cayır cayır yanan kent değil insanın ta kendisi olduğunu seçemiyor işte.
Yoksul insanların kentini diğer kentin yoksulları yakmış.
Görüyorsunuz işte…