Kalplerini insansız hava araçlarına teslim edenlerin dün akşam karanlığından sonra uçaklardan boşalttığı bombaların sesi sabah ezanı gibi düşmüştü iletişim sayfalarına… Kara geceden daha kara bu haberin sesi Uludere’den yükselmişti.
Soğuk dondurucuydu. Yol uzundu, uzaktı…
Kuzey yamaçları bembeyaz, güney ise benek benek kar tutmuştu. Şakitan köprüsünü geçtikten sonra Gever suyu adeta buzdan bir pist gibi kapanmıştı. Kar üstündeki ayak izleri belli ki kurtların. Gerçi bu dağlarda tavşanların da kar üstünde iz bıraktıkları görülmüş şeydir.
Otomobilin camı hala buzdan tam olarak açılmamış ama yinede etrafa odaklanıyor olayın bir şaka olmasını yalan haber olmasını diliyorum içimden. Eğer oyalansam dağa taşa dalsam unuturum ve unuttuğum içinde yalan olur çıkar diyorum içimden.
Depin arama noktasına gelince yoğunlaşıyor güvenlik, anlıyoruz ki gizli olağan üstü uygulaması biraz daha olağanın üstüne çıkmış… Ama yine de olmamış olsun diyorum böyle bir vuku.
Artık o saatten sonra gündüz havası var kar daha az Yüksekova’ya göre hatta yok denecek kadar. Zap suyuna ilişiyor gözüm kış yorgunu ama ağıt yakar gibi akıyor mecrasına. Uzatıp elimi otomobilin penceresinden tutayım elini kaldırayım ayağa diyorum, sarılayım, öpeyim, koklayayım diyorum belki ıslanırım, donarım ama olsun diyorum kendi kendime…
Ben donayım da o çocuklar ölmemiş olsun…
Daha öncede bu yollarda çok gelip gitmişliğim vardı bir türlü bitmezdi…
Hele kışın uzar uzar uzardı. Fakat bu seyahat başı kardan ağarmış bu dağlarla söyleşmeden bitti. Şine kayalığı o kadar heybetli dururdu bu kez ihtişamından bir ihtiyarlık belirtisine kalmıştı…
Ama vardık…
Az önce geldiğimiz yolların yamaçları nasıl sessiz nasıl kimsesiz nasıl üşümeye terk edilmişse karşılaştığımız fotoğrafta öyle terk edilmişti. Ölüm tapulanmış çocuklar; o bombaların patlama şiddetiyle evvelki gün yağan karın üstüne serpilmiş ve onların babaları, ağabeyleri, kardeşleri tarafından parça parça toplanıp yamacın dibine düşen yola sıra sıra dizilmişti… Askerin insanlara dayattığı hizaya geçme mantığı saklıydı o parçalanmış cenazelerin dizilişinde. Kim ki bu dağlarda yaşamak isterse askerin istediği gibi yürür onların istediği gibi hizaya geçerdi onların istediği gibi ölürdü… Vesayet kayıtsız şartsız askerindi.
Yani bu coğrafyada yani Mezopotamya’nın yukarısında egemen mantığın bu çocuklara vaat ettiği tapu, ölümdü… Onu gördüm bir kez daha.
Başka bir ırkın çocukları dağlarda, uçurum kıyılarında, karda-kışta babaları tarafından ölü olarak toplanmamıştır. Tarih bunu ret eder. Anası eteklerine toplamamıştır parçalarını. Kaçağa gitmiş ve kaçak dönüşü topa-bombaya tutulmuş başka ırkın çocukları yoktur…
Yularını tuttuğu katırın sırtına iki yana sarkaç yapmış cenazeleri getiren hem ağlıyor hem yürüyor. İnsan kendi kardeşinin cenazesini dağlardan toplayıp bir kaçak battaniyeye sarsa ve katırın sırtına vursa tek çaresi vardır ağlamak.“Hepsi bir yerde vurulmuş” diyor. “Kaçacak yer bırakmamışlar.” Kaçacak yer yok ki zaten diyorum içimden savaş uçağından hızlı koşamaz kimse.
Bağırıyor biri; “XWEDÂ MALA VANE XÊRAKE EVAN GOTE ME HERİN” (Allah onların evlerini yıksın kendileri gidin dediler.) Zaten bu dağların arasına sınır diye çizilen hatları Cumhuriyet kurulalı hep geçtiler, kaçağa hep gittiler. Dedeleri, babaları, ağabeyleri şimdi de onlar. Ve muhtemelen bu hattın aşılması bundan sonrada hep gerçekleşecek. Yani ihlal edilecek o çizgi. Hatta biri diyor ki; “bütün sınır boylarına ki karakollarda görev yapan rütbelilerin mal varlıkları incelensin bakalım biz mi kaçağa gidiyoruz yoksa onlar anlayacaklardır. Biz kaçağa gittiğimiz için değil Kürt olduğumuz için vurulduk.”Oraya vardığımızda aklıma ilk kimsesizlik gelmişti…
Ankara ne kadar uzakmış…“gara dağda gar altında ufağ ufağ mezerleryeddi ceset hetim hetim zap suyinde yüzerlerhökümata arzeylesem azarlarben ketumoben hetimoben ne biçim votandaşım, hoooyyy babooovvv?”
Zap suyu aşağıda matem havasında akıyordu. Ve orada toplanan bütün insanlar hısım/akraba herkes matem içindeydi. Ağıtlar yankılanırken katırlar yükünden boşaltılan cenazeler bir traktör römorkuna istifleniyordu. “Talene babo talane” Bu gün bu dağlarda yine talan vardı.
Kadınların ağıtları talan edilmiş çocuklarını anlatıyordu. Orada o ağıtların yağmuru altında ıslanıyordu cümle alem. Yaprakları dökülmüş ağaçlar gibi yalnız ve sessiz duran insanlar çaresizliğin hâkim olduğu o anın fotoğraflarıydı. Çarmıha gerilmişti bedenler. Canlı durabilen tek uzuv gözlerdi…
Gözler olup bitene yetişmeye çalışıyor ve gergin bedenlerin ipini biraz daha çekiyordu. Kimi kabanının yakasının içine girmiş kaybolmaya çalışıyordu. Kaybolmak; ağıtları duymamak, katliama yakın olmamak, babaların çaresizliğini görmemek, annelerin karayazısını bilmemekti…
Ama ne çare ki; kim bu dağlarda ve bu coğrafyada kendini kapatırsa, kendini kapattığı yerde daha fazla arkasız kalırdı. O an orada birbirine arka çıkanlar kendi tırnakları, kendi ağıtları, kendi gözyaşları, kendi dişleri, kendi sesleriydi.
Bir birine karışmış seslerin arasında kefensiz yatanlarda kalan bedenleriyle oradaydılar. Elleri üşümüş ölürken kimisi, ayağının birinde botu düşmüş diğerinin, biri gözlerini dikmiş semaya vicdansızca atılan bombaya bakıyor sanki. Allahın bile bombalanırken dokunamadığı o vahşete o gözleriyle dur demeye getiriyordu. Kim sorar? Kim sual eder bu gömülmeyi bekleyen ölümden? Katlandığı bu sabırdan kim mazlum çıkar ki? Kim çıkarır bu kırsal cendereden? Kim bu dağların uçurumudur? Kim? Kim? Kim? Demeye getiriyordu o gözler. Hani şair diyor ya; “yanıtı çalınmış sorularız biz”
Not: bu yazı Yeni Harman dergisinde yayınlanmıştır.