Sur, Metropoldür…

Şeyhmus Diken

ÇEKÜL Vakfı’nın yıllar evvel ülkenin kent kimliği ve kültür ajandasına kattığı çok değerli bir projesi vardı. Projenin ana teması; “Bir ev, bir sokak” ile özetlenebilecek boyuttaydı. Tarihi ve kültürel kimliği üzerinden kendini dünyaya anlatan “şehir”lerin, yeni zamanlarda çok katlı blok plancıları üzerinden bina etmeye çalıştıkları ve adına “kent” dedikleri “yeni yaşam” alanlarına cepheden karşı bir yerde duran projeydi.

Çok katlı ve “akıllı” site hayatlarının kentlerine karşı; avlulu, sokaklı, mahalleli bir komşuluk yarenliği, muhabbeti üzerinden evler, sokaklar, mahalleler ve eski kadim “şehir”ler. Site hayatının gösterişçi varsıllık rekabeti yerine, aynı mahalleli olup da sokağı, sesleri, yemeklerin kokularının birbirlerine karıştığı ve çatkapı komşuluğun baskın çıktığı bir eski zaman kültürü… Yani ancak yaşayanların bildiği bir kadim şehir kültürü…  

Doksanlı yıllarda ÇEKÜL’ün Yüksek Danışma Kurulu Üyesi olmam nedeniyle de dünyamla örtüşen bu heyecan verici projeye çok sıcak yaklaşmıştım.

İfade edeyim ki, Diyarbakır’ın “muhalif metropol siyasal şehir” kimliği hayli baskın çıktığından öncelikler sıralamasında bu ve benzer projeler o yıllarda hatta bir miktar da sonrasında pek de ilgi gör(e)medi.

Sonrasında Büyükşehir Belediyesi’nin kısmen “Cemilpaşa Konağı Kent Müzesi” ile gündemleşse de “Kürt Sorunu’nun Barışçı Demokratik Çözüm Meselesi” arşive kaldırılıp şiddet iklimi yeniden toplumu sarınca bütün hikâye geride kaldı.

Geçtiğimiz günlerde Adalet ve Kalkınma Partisi Diyarbakır Milletvekili Galip Ensarioğlu’nun Sur’la ilgili açıklamasını bir televizyon kanalından izlediğimde ÇEKÜL’ün adı geçen projesini anımsadım. Vekil bey; öylesine sahiplenici bir eda ile hükümetinin “yeni sur” projesini anlatıyordu ki! Önce Sur’un yasaklı altı mahallesi ile başlanacak(mış). Çok güzel tarih, kültür, turizm, ticaret mekânları ortaya çıkacak(mış). Daha sonra bu değişimi gören Sur’un diğer mahallelerindeki sakinler gelip diyecek(miş) ki bizde isteriz, bizim evlerimizi, sokaklarımızı, mahallelerimizi de yıkıp aynından yapın.

İşin açıkçası şehir bir haftadır kelimenin tam anlamıyla kaynıyor. Suriçi’nde evi veya işyeri olanlar öncelikle, diğerleri de şehir sakini olmak üzerinden bu gündemi konuşup “ne olacak” tartışmasını yürütüyorlar.

Hükümet, 21 Mart Newroz günü sürprizi yaparak Diyarbakır halkına “müjde”sini vermiş. Sur’u tarihi, tarihsiz- kültürel ya da değil; tümüyle “kamulaştırdım” diyor. Resmi gazete ilanıyla yapılan “acil kamulaştırma” beyanı yetmemiş anlaşılan. Bir de üç bakan ve Başbakanla, Sur sakinleriyle, şehir halkıyla ve ilgili kamuoyu ile Sur yüzleşmesi gerçekleştiriyor.

Bir yandan da çok dillendirilmemekle birlikte isimleri fısıltı gazetesinde dolanan “ikna heyetleri”nden söz ediliyor.

Her ne denir, her ne yazılır, her ne yapılırsa yapılsın! Sur ve Hayat gündeme geldiğinde konu ile ilgili ilk yazısını 1990’da yazmış ve dahi konu üzerine binlerce sayfa ve en az on kitap kaleme almış biri olarak şunu bir kez daha söylemiş olayım da not olarak bir yerlerde kalsın. Evet, Sur’daki amorf, uygunsuz, tarihi ve kültürel dokuya uygun olmayan yığma, karkas ya da modern mimari teknikler ile yapılmış “Suriçi Koruma Amaçlı İmar Planı”na uymayan yapılar var. Ve bu tür yapılara hep karşı oldum / olduk. Devlete de, Sur ve Büyükşehir Belediyelerine de, TMMOB’ye de söyledim, yazdım, söyledik… Ama bu karşı oluş bu tür yapıları “acil” olarak yıktırıp sahip ve sakinlerini mağdur etmek anlamını taşımıyor elbette.

Entelektüel tavır alış ile siyasetin ve muktedir kimliğin tercihleri maalesef ayrı kulvarlar üzerinde yürüyor. Üstelik kimlikli yapıları ve mekânları sahiplenme ve koruma bilinci çok da eski değil. Daha çok son 15-20 yılın işi. Bu sebeple Sur gibi kadim yerleşkelerin bu manadaki kültürel tahribatının öncesi de var elbette. Bu da geçmiş siyasetlerin handikabı!

Şimdi işin bu noktasında hükümetin acil kamulaştırma kararı ile sonrasında Sur bir anlamda sahiplik yönüyle “devletin” olacak. İşte asıl problem burada! Tarih, Kimlik ve Kültür Eserleri konumunda olan mekânların devletin mülkü ve tasarrufu altında olması demek, o mekânlar üzerinden sivil toplumun tasarruf hakkının gelecekte en hafifinden devlet görevlilerin insafına kalacağı anlamını taşır… Tarihi ve Kültürel Miras listesinde olmayan yapıların yıkılıp yerine yapılacak yapıların kullanım ve mülkiyet hakları konusu da ayrı bir sorun. Hangi değer üzerinden, ne tür bir dayatmacı yaşam modeli üzerinden bir “yeni yaşam”…

Bu sebeple şimdi kalkıp da devletin yapacağı / yaptığı her ne olursa, “istemezük” deyip kestirip atmak değil asıl gayretkeşlik. Konuşulması ve tartışmaya açılması gereken, asıl olarak şudur: Halka, kurumlara, sivil toplum örgütlerine, belediyelere, muhtarlara; ezcümle tüm temsiliyet ve şahsiyetlere “ne düşünüyorsunuz” diye sorulmadan böyle bir Ankara merkezli karar kanımca ölü doğmuş bir karardır. Uygula(n)ma şansı olsun, ya da olmasın ölü hükmündedir bu “acil kamulaştırma” kararı.

Ben kararımı hükümet olarak alır, yaparım. Sen de kuzu kuzu uyarsın,demekle olmaz. Bu sebeple oturup yeniden değerlendirmek gerek. Acil kamulaştırma kararı yine aciliyet faslından iptal edilip, yukarıda saydığım kent dinamiklerinin katılımıyla kentin ortak karar manzumesine dönüştürülüp karşılığı olan gerçekleşebilir ve sürdürülebilir bir hâle dönüştürülmelidir.

Ve tabi ne garip ve tuhaf bir durumdur ki; üçüncü kezdir yazıyorum çıt yok! Öncesinde şehir üzerinden tarih, kültür, kimlik, insan ve mekân boyutlarıyla onca laf eden isim ve itibar sahibi kurumlar konuşmamakta ısrar ediyorlar. UNESCO Türkiye Temsilciliği, Tarihi Kentler Birliği ve tabi hükümet-devlet tarafından projesine farklı şekilde sahip çıkılan ÇEKÜL neden suskun! Yıllardır kent kimliği, kültürü üzerine kafa yormuş bir sivil toplum aktivisti olarak böyle bir sorgulamayı da hakkım olarak düşünüyorum elbette…

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.