İçimizdeki kuş ürkütülmüş gibi şaşkınlaşırız istemediğimiz bir kalp sokağına girdiğimizde. Duymaktan tiksindiğimiz sözler duyduğumuzda, işitince bazı haberleri. İşte o zaman sözsüz bir iletişim kurarız dışımızdaki dünya ile.
Kirpiğimiz kaşımıza değer istemsizce, çene kemiğimiz ağzımızı aralar ve dudaklarımız birbirinden uzaklaşır, omzumuz, taş değmiş dal gibi silkinir, olmuş olan her ne ise, ona mucize bir krem sürecekmiş gibi hareketlenir parmaklarımız ya da yeni doğmuş bir yavru gibi çaresiz titrerler.
Sürer gider bu insan bedenindeki tablomsu tepkinimeler.
Denkleştirilmesi imkânsız o kurucu cümlenin yerine gelip yuva kurar beden dili.
Söz ve sözcük gerektirmeyen hallerin belki de en etkili olanı “özlem” ve “hüzün” ile açığa çıkar.
Çocukluk yıllarının içinde geçtiği evin dam direkleri, dam direklerinin üstündeki mertekler, bir üstündeki kamış, evin bahçesindeki yaşlı bir söğüt, az ötedeki çıkrıklı su kuyusu, kenarda dikilen patates arkları, çiçekler… İnsanın anımsaması halinde, hikâyesini sırayla hafızasında geçirmeye başlar, nemlenmiş göz altı, ten rengi tonunda bir solukluk demi başlar.
Özlemin çukurunda kalmak ya da oradan bir çırpıda kaçıp kurtulmak isteminin doğuşunun tetiklenmesi…
Korku, panik, heyecan, dil suskunluğu.
Peki, özlem, hüznün karşı komşusu mudur? Yoksa varoluşundan beri ikizi mi? Bunun tartışmasını sizlere bırakıyorum zira bana çok karmaşık gelmiştir hep bu ilişki. Fakat şu bir gerçek ki, özlem anında bedenin dili sözlü dilin çok üzerinde tepkinim sağlar.
Ama hüzün kendini özlemden uzak bir yere konumlandırmayı tercih etmiştir zannımca. Ölürken sevdiklerimiz, hüzün ağırlığını insan duygularının üstünde belirgin bir şekilde hissettirir. Beynin bir yerinde programlanmış hüzün, üzüntüyle acıyı buluşturur. Aslında fokurdayan yanardağ gibidir ve o andan sonra ağlayış bu hallerin lav püskürtme ritüelidir.
Ağıt yakmadan, söz söylemeden, ağlamadan durduğunuz o hal yani bedenin heykele döndüğü o aura, o fotoğraf hüznün hâkimiyet ilanıdır. Çerçevesi dağılmış, camı parçalanmış ancak bir bütün halinde durmaya inat eder.
Ya Aşk!
Başlangıçlardaki kıvılcımlar, kıvılcımlardan sonraki ateş, ateşten sonraki yangın. Hepsi beden dilinin jestleri… Mimikler… Göz kontağı...
Etkili bir tokalaşma ve samimi gülümsemek pek çok zaman yıldırım hızında bir “Aşk’ın” doğuşuna işbirliği yapar, o ayrı.
Ancak, deneyim sahipleri “göz” unsurunun faktörünü bilirler. O atmosferi kalıcı kılan beden ritmiğinin matematiği gözlerin denklemindedir.
Kâğıt ve kalem ve sonrası mektup.
İlk görüş. Doğasal görünüş. Tensel tanım.
Bir matematik dehasının denklemi çarçabuk sonuçlandırması, zekanın da sözsüz bir iletişim kuramı olduğunu söyletebilir bize.
Göz, gözler o baştan çıkarıcılar. Kimi keskin, kimi uysal, kimi derin sözsüzler.
Aşkın bilgisine, nefretin ve kinin bilgisine, şaşkınlığın-hayranlığın bilgisine ulaşmayı doğasındaki sihir ile başaran gözlerden başkası değildir. Bedenin tamamına kendini sözsüz ifade edebilmeyi öğretmiştir.
Onun arkasındaki oyun kurucu, şifreleri ona kırdırtan beyin hakkında da çok şey söylenir, bilinir.
Tablolar, mermer heykeller, dağlar, ağaçlar…
İnsan bedeninde saklı gibi duran jestler. Omuz silkmeler, bel kırmalar, kafa sallama bütünden jestlerdir.
Dans, halay…
Halaydaki, çekmeler, sekmeler. Danstaki bütünleşme. Büyüleyici konsantrasyon.
Sözün hası: Herkes bilerek ya da bilmeyerek bir çeşit sözsüz iletişimde bir rol kapar ve o rolü hayatı boyunca sayısız kez yapar.
Özlerken, kızarken, utanırken, üzülürken, aşık olurken, baba olurken, anne olurken, öpüşürken, sevişirken…