Cuma sabahı haftalık köşe yazımla ilgili ne yazabilirim diye düşünürken Selahattin Demirtaş’ın eşi Başak Demirtaş’ın iki flood’u ile Twitter’a düşen tweet’ini görüp okudum. Gayet zarif ve ince yazılmıştı.
“1- Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanlığı için hakkımda çıkan adaylık haberleri bilgim dahilinde değildir ve tarafımca herhangi bir şekilde dile getirilmemiştir.
2 -Şahsımla ilgili bu teveccühü gösteren herkese içtenlikle teşekkürlerimi sunarım. Ancak kesinlikle aday değilim ve olmayacağım. Kamuoyunun bilgisine sunarım.”
Bu kadar işte, özenle seçilmiş kelimeler ve ziyadesiyle zarif hatta siyaseten ders verir nitelikte.
1999 seçimlerinden bu yana, yani HADEP ve farklı isimlerle aynı geleneğin legal siyasette görünür olduğu tarihten bu yana gözlüyorum. O kadar çok “mağdur benlik” daha özele ineyim; mağdur aile benliği üzerinden legal siyasette milletvekili, belediye başkanı, belediye meclis üyesi ya da parti yönetim organlarında yer almanın en doğal hakları olduğunu savunanını gördüm ki.
Ve işin tuhaf tarafı bunu doğal karşılayan, karşılığı olan bir siyaset anlayışı da var. İki kelime ile karşılığı şu: “Bedel Ödemiş”. Ama akabinde şu soruya kapalı bir ifade: İyi de bedel ödeyen ilerde bir şeyler bekleyerek mi o bedeli ödemiş?
Hep yanlış buldum, hep karşı durdum bu anlayışa. Bu eksenden Kürt toplumuna topyekun kaba haliyle bir bakmak yeterli. Hemen her ailede adına “bedel” denecekse, bedel ödemeyen var mı? Evlat, kardeş, eş ya da yakın; aile fertlerinden birini kaybetmeyen, yıllarca hapishane kapısında görüş sırası beklemeyen, sürgün edilmeyen, işsiz güçsüz kalmayan, onulmaz illet hastalıklara muzdarip olup da öte yakaya göçmeyen var mı? Var mı?...
Yok tabii ki!
Sayılarla onbinlerle ifade edilen ölümler ve kayıplar. Milyonlarla ifade edilen ailelerin zorunlu yer değiştirmeleri, yerinden yurdundan olmaları zamanın meclis zabıtlarına, resmi kayıtlarına dercedildi, kayıt altına alınmış oldu, raporlaştırıldı, hatta kitaplaştırıldı. Yetmedi edebiyatı, sinema filmi, tiyatrosu yapıldı.
Peki, bunca yaygın ve yoğun “bedel ödenmişlik” üzerinden içlerinden kimilerini belirleyip sonra da belirlenen sınırlı seçili şahsiyetleri legal siyasette ne yapabilecekleri, kapasiteleri tartışılmadan siyasetin arenasına salmak doğru mu? Değil elbette. Doğru olmadığını zaman bizlere en iyi şekilde doğrulattı. Zaman, bu şekilde legal siyasete yönlendirilen sayısız örnekle doludur.
O halde durum nedir?
Durum şudur: Hazır önümüzde 2019’un hemen baharında yerel genel seçim varken bu anlayıştan vazgeçilmelidir. Bedel ödeyenleri elbette onurlandırmak, mağduriyetlerini gidermek, sahiplenmek o başka bir şey.
Ama iş açık alan siyasetine gelince takdir edersiniz ki durum değişir. Siyaset bir arena, bir nevi varlık yokluk alanı. Bir başka nevi kurtlar sofrası.
Liyakat, performans, üretim, insan kalitesi, temsiliyet bütün bunlar ve daha ötesi belirleyici olmalı. Bu vasıflara uyanları siyasetin aktörleri yapmalı.
İki şeyden uzak durulmalı. Kendini her fırsatta dayatan artık siyaseten yapacak pek bir şeyleri kalmamış ve hayli yıpranmış aktörler için “Artık yeter, siz hele durun şöyle bir tarafta” denebilmeli.
Bir de her durumda “bedel ödemiş” deyip o cepheden birilerini siyasete sürmenin anlayışından vazgeçilmeli.
Yoksa biz daha çooook, bu seçim özeldi, şuydu, buydu deyip bir sonraki seçime kadar belki doğru düzgün birileri gelir diye bekleriz.
Beklemeye de tahammül ve sabrımız varsa.
Çünkü 2018 Haziran genel seçimleri için ayaklarım değil vicdanım beni sandık başına taşımıştı…