Bin dokuz yüzlü yılların bitimidir, belki 1996. Doğuya doğru serinlemek için Yüksekova deresinin kıyısındayız. Güneş çalımlı ısısını suya vurmuş, ama su serin mi serin. Balıkları görüyoruz, kaçışıyorlar. Yengeçleri, yılanlar geçip gidiyorlar. Onların evine girmişiz, garip bir şekilde onlar bizden kaçıyor. Ee, ne de olsa insanoğluyuz. Canını okuruz, yeter ki fırsat geçsin ele. Ne yılan dinleriz ne yengeç ne de balık. Biz insanoğlunun ne kadar barbar olduklarının farkındalarmış gibi bir o yana bir bu yana kaçışıyorlar. Hava berrak. Etraf yemyeşil. Derenin öte yanı, yani kuzeye bakan yönü, baştanbaşa söğüt çalısı, insan boyunu aşan şekilde. Kuşlar havalanıyor sık sık. Daha önce tanımadığımız kuşlar da var; geniş kanatlı, rengârenk bir çığırışları var! Durup dinliyorsunuz. Huzur veriyor. Suda serinleyip, kıyıdaki kumluğa uzanıyoruz. Ama güneş de durulmuyor, tekrar tekrar suya girip serinlemek istiyorsunuz.
Temmuz’dur ya da Ağustos, biraz uzaktan Kürtçe stranlar yükseliyor. Belli ki, Tırpancılar ot biçiyor. Sesin biri duruyor, diğeri başlıyor.
Derenin öbür yüzünden bu sesler, stranlar yükselirken biz de bu yakasında durmadan yüzüyoruz. Sonra yüzmenin verdiği yorgunlukla, yanımızda getirdiğimiz yiyecekleri yemeye gidiyoruz. Az ötede ‘Qanya Gavenan’ vardı. Buz gibi akıyordu, hem de berrak mı berrak. Üstünden akıp gittiği çakıl taşları, cam gibi ışıl ışıldı. Evvelden hazırlanmış ilkel bir taş ocağına yiyeceklerimizi yerleştirmek üzere ateşini hazırladık. Dumanlar yavaş yavaş yükselmeye başladı. İçeceklerimizi bardaklara doldurduk. Soframızı serdik ve gelirken fırından aldığımız ekmeği bıraktık. Hava mis gibi taze ot kokuyordu, yanına anason kokusunu da biz kattık, dünya bir güzel oldu.
Alıp gitti kendini derin bir sohbet. Genciz. Gömleklerimizin yakasından havai demler fışkırıyor. Her birimizin cebinde mor, al, sarı çiçekler... Hüseyin yaktığımız ateşin közünde yakıyor sigarasını, dumanı hiç bırakmıyor, direkt ciğerlerine çekiyor. Zeki daha sert içiyor sigarayı, adeta filtresini de tüttürüyor. Ben daha da alışamadım bu sarı tütüne.
Öğlen ortalarına doğru hafif dağ yeli esti ocaktan, dumanlar yön değiştirdi, rüzgâra yönünü verdi. Yüzme faslını çoktan bitirmişiz. İçip içip Tırpancıları dinliyoruz.
Birden doğudan doğru bir helikopter sesi geldi. Sese yöneldik hepimiz. Alçaktan uçuyordu. Telaşı varmış gibi uçuyordu. Ses yakınlaştıkça, gümbürtüye dönüştü. Kulağı sağır eden, söğüt çalılığında ne kadar kuş varsa hepsi havalandı.
Rengârenk kanatlara takıldı gözlerim, kimi zümrüt yeşili kanatlıydı, kimi çivit mavisi, kimi kara, kimi sarı… Bir renk cümbüşü hâkimdi havaya. Derken geçti gitti üstümüzden helikopter ve sesi de gittikçe uzaklaştı. O yıllarda pek azdı helikopter falan. Görünce tuhaf oluyordu insan. Uçan demir kanatlı kuş ama insan sürüyor.
Sohbetimiz devam ediyor. Bir yandan da ocakta pişen etleri yanmasın diye çeviriyoruz. Kovalasa böyle hızlı gitmezdi gün. Çarçabuk akşama dayadı kendini. Öylesine işveli akıyordu dere, öylesine şeffaf akıyordu. Günün bütün ışıkları da ona eşlik ediyordu.
Akşamın ışıkları aynı zamanda Xaran tepelerine, Şılîni yaylasına vurmaya başlamıştı ki; arkamızdan Nahîr göründü. Biraz ötemizde suyun inceldiği yere doğru gitmeye başladı hayvanlar. Siyah, boz ineklerdi. Öyle güzel otlamış olacaklar ki, susamışlıklarını gidermek için dere suyuna ağızlarını dayıyorlardı. Uzun uzun içip sonra kafalarını kaldırıp, dillerini dış dudaklarını sıyırarak içeri çekiyorlardı. Memeleri süt dolmuştu hepsinin. Karınları şişniş, adeta göbek yapmıştı.
O esnada Gavan’da göründü. Son bir iki hayvanı önüne katmış geliyordu. Bize yöneldi. Sırtında bir heybe vardı. Elinde özenle işlenmiş bir baston… Başında siyahımsı bir şal, üstünde griye çalan bir gömlek, üstünde cepleri dışa çıkmış bir yelek. Yakınlaştıkça ayaklarındaki kara lastikler de göründü. Pantolonun paçasını çorabının içine katmıştı. Saç sakal bir altmışlık bir adamdı. Ama yaşına rağmen, sert adımlar atıp aşağılara doğru yokuştan iniyordu. Heybetli bir yürüyüşü vardı. Yılların verdiği deneyim onu bu işin padişahı yapmıştı belli ki… Daha selam vermeden gözüm heybesine astığı, dumandan karaya dönüşmüş, alüminyum çaydanlığa takıldı. Geldi, selam verdi. Çömeldi.
- “Yoruldum, bugün ta Perixan tepeye kadar gittim” dedi.
Selamını aldık. Buyur ettik.
- “Ne içiyorsunuz? Çayınız yok mu?” dedi.
İskender, seri davrandı.
- “Var” dedi.
Sonra nedense gözü bardaklarımıza takıldı.
- “Ondan var mı?” dedi, kafasıyla işaret ederek.
- “Var” dedim.
Elini heybesine attı, alüminyum kulplu bir kupa (şerbîk) çıkardı, uzattı. “Buna doldur” dedi. Doldurup, uzatır uzatmaz kafasına dikti. Bir tas ayranı kafaya diker gibi dikti. Ağzını şapırdattı. Dudaklarıyla, uzamış bıyıklarını duruladı. Koluyla da üstünden geçti. Kupayı bir daha uzattı.
İskender sordu, “Kaç yaşındasın?”
Hazır bir cevapla,
“Annem öldüğünde on iki yaşındaydım.”
İskender bir daha sordu, yine,
“Annem öldüğünde on iki yaşındaydım.”
İkinci kupayı içerken sakindi. Söze başladı, “Annem öldüğünde on iki yaşındaydım. Babam zalimin biridir. Hala yaşıyor. Bizi çok döverdi. Rahmetli annem de çok çekti o zalimin elinden. Belki yüz yaşından fazladır. O anlatırdı komşuların erkeklerine. Burası yaban atlarının yurduydu. Dağ taş at doluymuş. Ona da babası anlatmış. Buradan evcilleştiriliyor, binilebilir hale getiriliyormuş. Atlar sağlam hayvanlardır. O zalim bazen eve almazdı. Soğuk zamanlarda gider atların arasında yatardım, yaslayarak karınlarına ya da sırtlarına. Sadık hayvanlardır. Özgürlüğü çok severler. Gem vurulmasına hiç razı olmazlar aslında. Dörtnala gidince, rüzgârı kıskandırırlar. Burunları bir ton havayı alır, bir ton havayı verir. Delidirler deli!”
- “Acaba kışın ne olurdu bu yaban atları?”
- “O kadarını bilmiyorum, buralar hep ormanmış. Yeşil çayırlar, düzlükler varmış. Bu arkadaki tepeler adım atılmaz ormanlarmış. Oralarda kalırlarmış kış boyunca.”
Sonra ikinci kupasını bitirdi. Koluyla bıyıklarını, ağzını sildi, destur istedi ve gitti. Biz de yavaş yavaş toparlandık. Ateşimizi söndürdük. Çöplerimizi de ateşte yaktık (o zaman aklı). Bardaklarımızı bir çalılığın içine doğru sakladık, yavaş yavaş şehre doğru yürümeye başladık. Annesi öldüğünde on iki yaşındaki adam hala on iki yaşında kalmış, bir türlü büyümek istememiş. Yaşamadığı çocukluğu yarın önüne çıkacakmış gibi yolunu bekliyor. Biz ise, biraz daha yaşlanıp bir an önce, yaşadık diye, ölümü arzulayalım istiyoruz.
O arada akşam karanlığı tepelerden aşağı doğru inmişti. Hüseyin hafif hafif yalpalıyordu ve durmadan gülümsüyordu.
İskender, Navê Berîvanamin Gelsîme’yi okuyordu.
Zeki durmadan tespihini şakırdatıyordu. Ve sigarasını dumanlıyordu.
Bense, etrafı kolaçan ediyordum. Güneş nasıl batar? Ve nereden kaybolurdu? Karanlık, bu yeşil örtünün ve aydınlık gün üzerine nasıl çöker? Kuşlar nereye uçar?
Velhasıl, bunları düşünürken, karanlık, şehrin damlarını sarmış ve akşam saatlerini başlatmıştı. Biz de şehrin kapılarına dayanmıştık. Yeniden keşfedip, işgal etmiş gibi edalıydık. Bir sonraki güne kapanmak üzere, çekilince evlere zaman hayli geç olmuştu.
22.11.2019
ELAZIĞ