Temmuz sıcağında ülkenin bir yerinde hasbelkader kırmızı yeşil ve sarı renk uyarısının dibinde karşılaşıyoruz onunla.
Çağdaş bir kentin arka sokakları falan değil burası bas baya ana caddesi. Selam veriyor çok düzgün bir aksanla, bizi subay olarak algılamış patlatıyor sözlerini “Siz subaysınız ben şarapçı” çorak toprak renginde bir pantolona solgun lacivert bir tişört uydurmuş. Saç sakal uzamış ama bakımlı.
Bir ışık uyarısı kadar zaman içinde harcadığı kelimler ve onlardan kurduğu cümleler öyle ezberen değil aksine yüzümüzdeki ifadeden ve muhtemeldir ki o anki dış görünüşümüze kendice biçtiği önseziden şaraba dair konuşmalardı.
Düşünsenize derdini satıyordu kurduğu cümlelerle… Bu ülkede öğretmenler, işçiler, emekliler gibi halinden memnun değildi. Derdini söyleyebilmesi için şarabı bahane ediyordu. Ülkenin yöneticileri onun gibi diğer herkesi unutmuştu çoktan.
Örneğin Dersim’de yaşamını yitiren 19 yaşındaki gerilla için “Terörist” yaftası tamtakır resmi ağızların ağzı olan kanallarda tıkır tıkır işleniyordu.
Ve yine genç yaşta ölen askerler için o resmi ağızların ağzı medya “Şehit” deyip toplumu kine düşmanlığa hazırlıyordu.
Kadınların sokak ortasında yakınları tarafından dövülmesi, evlerinde tecavüz edilmesi, bir kuytuda başlarına kurşun sıkılması kimseyi ilgilendirmiyordu.
Yetişkinlerin iş iflaslarından, ruhi bunalımlarından, işsizlik çemberinden, çoluk çocuk derdinden bir tek haber kanalı resmi ağızlarından talimat almadığı için söz etmiyordu.
Ayakkabı boyacılarının, üç tekerlekli bisiklet çalıştırıcılarından, hamallardan, çöpten herbişeyi toplayanlara duyduğum hayranlık kadar hayran olduğum onurlarına selam duruyorum. Bu ülkede asgari ücretle öğrenci okutan o eli öpülesi aileleri için kurulacak cümle bulamıyorum.
Mecburiyete mahkum edilmiş yurdun insanlarının fotoğrafları her gün görücülerinin önüne çıkarken alın terleri, emekleri ak-u-pak orda dururken bir şike kazasının arkasında kaybolup giderken bu ülkede hiç abartısız bir cumhurbaşkanı bir başbakan sayısız bakan ve ve çiçeği burnunda yüzlerce milletvekili vardı.
Düşünüyorsunuz bu ülke için sevdalı sözler yazanlar hep cezaevleri ile üçayağa gerilen ip arasında geçirmiş ömürlerini ya da dört duvar arası ile sürgün azabı içinde halk ağzıyla denildiği gibi ciğerleri parçalanarak hayatlarını yitirmiştir.
Ama hileye hurdaya karışan onca insan vatanperver pasaportla her kapıdan içeri girebiliyor.
Mecburiyete mahkum edilen halkların çocukları sanayi sitelerinde ağır iş kollarında sigortasız, iş güvencesi olmadan çocukluklarını unutarak, gençliklerini yaşayamayarak, erişkinliklerinde de ölümü bekleyerek ömür tüketenler bazen gömülecek mezar kadar toprak bulamazken şato gibi mezarlara sahip olanların ülkesinin şarapçısı da belki verilebilecek bir lira için saklısındaki utangaç karışımı cümlelerini sarf ediyordu.
Ülke boylu boyunca uzanmıştı denizin içine, bir yanında ayçiçeği, bir yanında zeytin, bir yanında buğday göveriyordu ama mutsuz insanlar ve mecbur edilmiş hayatlardan ibaret oluyordu ülke…
Hayallerini kurma fırsatından bile mahrum edilmiş insanlar ülkesi bir şarapçının az ötedeki denizin ve yakıcı sıcağın nemi gibi ağır nemli sözlerden kurtulması çok zor olmasa gerek.
Çocuklar çocuk, kadınlar kadın, erişkinler erişkin gibi ama onurlu ama mutlu ama hilesiz yaşaması da zor olmasa lazım…
Şifresiz ve düzgün bir ülke yaratmak zor değil.
Şarabın parasını dilenmek kadar zor değil ülkenin mutluluğunu dilenmek duyuyor musunuz yukarıdakiler…