Tarih boyunca iktidarlar kendini “korumak” için kaleler, surlar, karakollar, Saddam icadı kalekollar yapmıştır.
Veriler ya da kayıtlar antik çağdan günümüze değin bu tip tahkimatların yapıldığını ve bunların kahir ekseriyatının askeri işlevsellik adına kullanıldığını gösterse de; idari işleyiş, siyasi kararlar ve ekonominin düzenlenmesi için de kullanıldığını biliyoruz.
Şatoların da kullanım sahası aslında pek farksız değil. Elbette saray ve saraylar bu konunun dışında değildir. Devasa kentleri, ülkeleri yönetmek için iddialı olan kesimlerin saray ihtiyacı duyması merak edilmeye değerdir. II. Sargon’un Sarayı MÖ 721-705 yıllarına dayanır. Belki de bu bilinen en eski saraydır.
Asurlular saray mimarisini güç ve kudret sembollerine dayandırıp daha da geliştirmiştir. Bu dönemlerden sonra Yunanistan üzerinden Roma ve Avrupa’ya yayılmıştır. “Hükümdarların tanrısal kişilikler olduğuna inanılan dönemlerde saray, dinsel bir merkez niteliği kazanmış ve her dönemde ülke gücünün bir simgesi olmuştur. Bu simgelem, günümüz ülkelerinin devlet başkanlığı konutları ve bakanlık hizmet binalarında da görülebilmektedir.”
Tabi Mısır Firavunlarının yaptığı yapılar Arkeologların fazlaca ilgilerini çektiğini, belgesellerden de öğrenebiliriz. Aslında sarayların kullanılma biçimine de kafa yormak gerekiyor. Bilgin ve düşünürlerin kültüründen, buluşlarından, öğretilerinden istifade etmek gibi bir amaç tolere edilebilir. Fakat havuz başı sefalara tahammül olmamalıydı.
Her şeye rağmen, sınırsız şekilde gelişmeye müsait insan beyni günümüzde saraylara neden ihtiyaç duyar sorusunu hak ediyor.
Wikipedia: Beynin 200 milyon yıl önce geliştiğini ve daha yüksek bilişsel işlevlere ulaşabileceğini söylüyor.
Buradan yola çıkarak, sarayların ihtiyaç olup olmadığını sorgulayan, gelişmeye açık olan beyinlerin çoğalması gerektiğini düşünmeliyiz.
O görkemli ve bin yüz odalı sarayların, muhtaç kılınmış topluluklardaki bireylere nasıl fayda sağladığını sorgulamalıyız.
Enflasyon denen fecaatin, kasıp kavurduğu ülke insanlarını nasıl çaresiz bıraktığı ortadadır. Alım gücü tükenmiştir.
İnsan hakları, hukuk kavramları haliyle kriz içindedir. İnsanların haber alma özgürlüğü ya ortadan kaldırılmış ya da filtreleyip kalan kırıntıları da etkisiz hale getirilmiş.
Dönüp bir geriye, tarih sayfalarını okuduğumuzda geçmişin çok ilerisinde bir hak ihlali ile karşı karşıya kaldığımızı görürüz..
Oysa teknoloji çağında, doğru habere ulaşmak olanaklı hale gelebileceği gibi anında ulaşımı imkan dâhilinde olmalıydı.
Bu noktada hak ihlallerinin, yargı denen mekanizma tarafından bilişim çağının gereği olarak derhal evrensel normlara göre çözümü oluşturulmalıydı. Ancak Saray çıkışlı talimatların güdümü altında sözünü ettiğimiz bilişim-teknoloji çağı, çağ olmaktan utanır hale gelmiştir.
6 Şubat depreminin yıl dönümüne iki kala, yerel yönetimler seçimi için gittiği Hatay’da Erdoğan, “Merkezi yönetimle yerel yönetim el ele vermezse, dayanışma halinde olmazsa o şehre herhangi bir şey gelmez” diyerek, Saray’ın izni olmaksızın, kentlerin ayaklanması imkan dahilinde olmaz imasını oluşturdu.
Yani başka değişle “Saraylar, şehirlerden büyüktür” ifadesini doğruladı.
Bunu yaparken Erdoğan, muhalefetin tıpkı Saray gibi, halktan bağının koptuğunun farkındadır. Bizatihi bu “kopma” işini kendisinin inşa ettiğini biliyor.
Yaygın ve yerel basın kanalıyla oluşturduğu “propaganda” ağının dışında halkla bir bağ kalmamıştır. Hal böyle olunca, yargı sopası, polis copu, hayatın normali gibi okutuluyor.
Yargı dairelerinin, üst dairelere başkaldırışı, yok sayışı gelişen iklimin sonucudur denilebilir.
O yüzden son çeyrek yüzyıldır Türkiye’de seçim var gibi, o da sarayın içinden reçete edilir.