O yıllarda bir yandan okula gider bir yandan da meslek öğrenmek için Remzi Usta’nın yanında çalışıyordum. Okul masrafımı da böylelikle çıkarıyordum. Harçlığım da oluyordu. Öğlene kadar okulda, öğlenden sonraları ise dükkânda çalışıyordum. Yorucuydu ama mecburdum. Hele kışın hiç çekilmezdi. Bir yandan soba, bir yandan iş ellerimiz bir buz bağlar, ısınır ve çatlardı.
O sene çok kar yağmıştı.
Sabahları ve akşamları dondurucu soğuk, tedbir alınmazsa korkunç hasta ederdi insanı. Saçaklardaki sarkıtlar neredeyse yere değecek kadar uzamışlardı. Kar küreğiyle dükkanın damını temizlemek bana düşerdi. Damdan aşağı attığım karı, mecburen yeniden kapıdan uzaklaştırmak için bütün kuvvetimle istiflerdim. Kocaman bir yükselti olurdu. Bu yüzden sırf açtığı günler güneş ancak bir saat kadar dükkanın penceresinden içeri düşerdi. Ama bir saat doğal bir sıcaklık ısıtırdı her tarafımızı, işe zevkle sarılırdık.
Güneş, biz ve iş oynaşırdık adeta.
Bu günlerimizin bir müdavimi de Sêvdin dayıydı (Xalê Sêvdin). Eğer o gün yarım saatte gelmişse mutlaka bizim dükkana uğrar, çayını içer sohbetini eder ve giderdi.
Sêvdin dayı ömrünün elli yılını ki; buna çocukluğu dahil başka bir ülkede geçirmişti. İki oğlunu ve iki kızını kan davasına kurban eder.
Fermanı yazılmış.
Sürgün edilince, “Gidebildiğim kadar uzağa gideceğim!”demiş geride kalan eşi Fatê ve kızı Şarê’ye. Ancak Şarê, babasının silahını alır öç almak için yürür ağabeylerini ve ablalarını vuranların üstüne. Sabaha karşı aileden yedi erkek üç kadını öldürür ve evine döner.
Kızgın takip başlar.
Üç katır ve üç atla alabildikleri eşyalarını, sığır ve koyunlarıyla yola çıkarlar. Takibin sekizinci günü dört yanı yalçın kayalarla örülü genişçe bir düzlüğün içine vardıklarında Şarê’nın baldırındaki yara azmıştı. Mağaranın soğuk havasına serilen yün yatakta annesi hemen bitkilerden ilaç yapmış ve yaraya tutmuştu.
Acı, Şarê’yi kan ter içinde bırakıyordu.
Az öteki kaynaktan akan suyla yükselen ateşini düşürüyor dua ediyorlardı. Üçüncü gün, Şarê kendine geldi. Acıkmıştı, annesi hemen bir keçi kesti ateşte çevirdi. Çevreden topladığı otlardan zengin bir sofra yarattı. Birkaç saat sonra kokulara gelen beş yaşındaki Derzi kıyak bir kemik ziyafetinden geçmişti. Karnı doyduktan sonra takip boyunca sesini çıkarmayan Derzi, Şarê’nin iyileşmesine de sevincini havlayarak gösterdi…
Şarê iyileşene dek nöbet işini Sêvdin dayıyla Derzi yapıyorlardı. Koyunlara ve sığırlara da Fatê anne bakıyordu.
Beş yıl sürecek bu mağara yaşamları boyunca Şarê aile reisliğini yapacaktı. Besledikleri hayvanlarını Türkiye’deki sınır köylülerine getirip satacak ve onun karşılığı alacağı gıda ve giyecekle hayatlarını idame edecek, bu suretle ticarete atılacaktı.
Beşinci yılında yaşamlarının, Şarê şehre yerleşmeye karar verir.
Onlar için iz kaybettirtme başarılı olmuş ve doğdukları, yaşadıkları yerden kilometrelerce uzaktaki bir şehre yerleşmeye karar verirler… Zamanla şehrin adetlerine usullerine uysalar da kızları Şarê dağ yaşamından kopamaz bazen aylarca gider gelmezdi. Bu ayrılık iki ihtiyarı yalnızlaştırırdı. Kolu komşunun yardımları ile geçinip gidiyorlardı.
Remzi usta onun sohbetine bayılırdı, artık bizlerde de bağımlılık yapmıştı onun sohbeti.
Dedim ya kış bu yılda yine acımasızdı. Kar, iki metreyi aşmıştı. Ayazda yeni terleyen bıyıklarım evden işe ya da okula gidene dek resmen buz tutuyordu. Okul, benim için aslında önemliydi ancak iş yapmam da gerekiyordu. Dersler ve işle birlikte birde gönül derdi çekiyordum. Fakat buna rağmen ustamın da sözünü dinleyerek oldukça ölçülü oluyordum.
Ama her seferinde Sêvdin dayı gelir, “Navê bêrivanamın Gêlsêm’e” Kürdüsünü söyler yaramı azdırırdı. Hani hoşuma gitmiyor da değildi.
Günlerden cumartesiydi erkenden dükkanı açtım.
Sobayı odunla tutuşturduktan sonra o sene tanıştığımız kömürle güçlendirdim alevi. Dün gece yağan karı dükkânın damından atmak için dama çıktım. Hava güneşliydi, kar temizleme işi bitene dek öğleye doğru olmuştu saat. İndim kapıyı da temizledikten sonra öğle yemeğine gittim.
Dönüşte üşüyen bedenimi sobaya tuttum ellerim ısınmaya başlayınca işe başladım. Üç kişiydik, herkes işe dalmıştı. Dükkanın içi sessizdi. Camdan içeriye sımsıcak sızıyordu güneş. Ondan kapmak için ışınları dizilmiştik yan yana.
Birden Sêvdin dayı belirdi. Kalktık sobanın ve de güneşin en iyi yansıdığı yere sandalyesini kurduk, paltosunu da askıya taktıktan sonra çayını hemen sehpaya koyuverdik. Başladı eski günlerden söz etmeye, bizler de işe kaldığımız yerden daldık. Bir yandan da onu dinliyoruz. Fakat, ‘Bu gün’ diyor ‘İçim rahat değil, sıkıntı var içimde artık Şarê’yi göremeyeceğim sanırım. Çünkü o öldü, yoksa hiç bu kadar gecikmezdi. Bu sefer silahını da götürmedi’ beraberinde söylenmeye başladı.
Bildik hitabıyla bana, “Xandevan, bir çay daha!”dedi.
Kalktım çayını doldurdum, her zamanki gibi, “Kusura bakma biliyorum büyük adam olacaksın sen, istememek lazım senden çayı ama ne yapayım çay olmadan size kürdü söyleyemem.”dedi.
Ben tekrar elimdeki işe dönerken, o ihtiyar gırtlağıyla elli yıl gam yükünü çektiği gençlik aşkını anlattı ve başladı söylemeye…
“Mala babê mın mala mêrane”
Doğal radyomuzun bu mistik havasında çalışmak kadar güzel bir şeyi bu ömrüme dek yaşadığımı söyleyemem.
Nerdeyse bitmek üzereydi kürdüsü birden sesi kesildi.
Alışık olmadığımız bu duruma sandalyesinden yere devrilmesi arasını saniyeler aldı. Hep birden üstüne çullandık. Nabzını yoklarken Remzi Usta, “Bir araba çağır!”dedi. Ustama yapılacak bir şeyin olmadığını söyleyince hiddetlendi…
”Sen Allah mısın nerden bileceksin?”diye bağırdı gözleri dolarak.
Buna rağmen hastaneye götürdük. Bu antika olmuş adamın sesiz sedasız vedası mezarlıkta noktalanırken. Kuzeyde göğsüne kadar karı yara yara gelenin Şarê olduğunu çok geçmeden anladık.
Mezarlıktan hüzünle dönerken diğer gün Sêvdin dayının karısı Fatê’nin de yarın buraya defin edileceğini mümkün değil anlayamaz, tahmin edemezdik. Evet, diğer gün de karısını yanına defnettikten sonra neredeyse bir yarım asır beraber olan bu iki insanın mezar taşlarını bir birine benzesin diye metrelerce kar temizlemek zorunda kalmıştık.
Zordu onları yalnız bırakmak ama başka çare kalmamıştı…
Hele Derzi’nin mezarlıktaki havlaması garip sesler çıkarması oradaki bütün herkesi ağlatmıştı.
Bizler, mezarlardan uzaklaşınca gidip mezar taşlarına sürtünmesi ve sesler çıkarması yok mu tam bir dramdı. Bir köpeğin yıllarca sürecek sadakati hep akıllarda kalacaktı.
Kaç zaman işimize sessizlik hâkim oldu. Kulağımıza oturan Sêvdin dayının kaçak sesinin haricinde.
Artık kimi kimsesi kalmayan Şarê de çok sürmeden geldiği yöne doğru silahını kuşanarak koyuldu.
Onu bir daha gören olmadı…
Zaman zaman efsaneleşen kahramanlık söylemlerinin dilden dile dolaşmasından başka…
Şarê
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.