Her eylül gelende nedense ayın iki günü dilime pelesenk olur. Biri ilk günü, hani barışa dair olanı! Diğeri 12. günü, zulme, zorbalığa, kara-dehşet günlerine dair olanı.
İçimdeki eylül ise hep barışa dair olan üzerinden hayata bakar.
Sonra bütün eylülle birlikte öte yakaya göçen şahsiyetleri düşünürüm. Neden mi? Çünkü her biri barışa sevdalı hayatlar üzerinden var oldular da ondan.
Bu şahsiyetlerden biri Ruhi Su’dur; o ki basbariton sesiyle ta liseli yıllarımdan bu yana hayatımın her bir zamanında ses-nefes olmuş biridir. Öyle ki, sade kasetleri değil, CD’leri de hep külliyat olarak dokunacak mesafemde durmuş bir güzel adamın sesi.
Öbürü ise Yılmaz Güney’dir; o ki 'Boynu Bükük Öldüler’dir, 'Acı’dır, 'Ağıt’tır, 'Seyithan’dır ve ez cümle her birimiz için Arkadaş’tır.
Bir yıl arayla (1984-85) o 12 Eylüllü yılların zulüm ve zorbalığının sınır tanımadığı vakitlerde kopup gitmişlerdi hayattan.
Biri yurdundan uzakta sürgünde, diğeri yurtdışında tedaviye ihtiyaç duyulmuşken yasaklılık nedeniyle yurttan dışarı çıkamadan (bir defalığına çıkma izni verildiğinde de artık iş işten geçmiştir) çaresiz kalıp ölürken!
Eylül, hani hep sararan güz yaprakları ve hüzünle anılmaya muktedir ya! İşte böylesine hayattan koparılışlar da o hüznün bir başka parçası sanki.
Dönüp bakıyorum en son Ruhi Su adını ne vakit telaffuz etmişim diye. Hemen anımsıyorum; bir kaç ay önce Van söyleşimde dinleyen okurlara demiştim:
“Sizler Yaşar Kemal’le Ruhi Su’nun hemşehrileri olduğunuzun farkına ne zaman varacaksınız! Van’ın semalarında Ruhi Su’nun nidası gürlemeli. Yaşar Kemal’in edebiyatı Van’ı kucaklamalı. Yoksa Van neye yarar ki!”
Sahi sizce de hayat biraz böyle değil mi?
Ben burada Ruhi Su’nun Van’ın yetimi, öksüzü olarak sesini dünyaya bırakma yolculuğunu yazmayacağım. 1912’de başlayıp 20 Eylül 1985’te noktalanan hayat serencamına bakıverseniz o adına Ruhi Su denilen adamın sadece bir müzik adamı olmadığını fark eder misiniz bilmem ki!
Ülkenin geçen yüzyılının adeta bir sır katibi. Adana’da yanlarına verildiği ailede başlayan ıstırap dolu günlerin bir yaşam boyu süredurması.
Ve o acının sese dönüşen hâli.
At ayağı çabuk, ozan dili çevik olurmuş. İşte bu minval üzere dizmiş sözlerini sesinin tellerine Ruhi Su.
Ruhi Su’yu 1970’li yılların başında henüz lise öğrencisiyken İstanbul Tarlabaşı’ında bir gazinoda işçi sınıfı yararına düzenlenen bir programda görmüş dinlemiştim. Siyah bir kıyafet ve sazıyla sahnedeydi. Boylu, poslu bir adam değildi sahnedeki, ama nice boy-pos sahibine meydan okuyacak gür bir sesle söylüyordu şarkılarını. Etkileyiciydi…
Çok yıllar sonra yine bir İstanbul programında Ruhi Su korosu ile bir daha izleyip dinlemiştim.
Yaşar Kemal hemşehrisi Ruhi Su için 1971’de bakın ne diyor;
“Kötü koşullar yakasını bırakmış değil. Demek ki, bir sanatçının ateşinin inadı hiçbir engeli tanımıyor. Ruhi Su, bütün engelleri aşıp halkına ulaştı. Bu, zor bir işti. Üstesinden geldi. Sanatını derinlemesine oluştururken, halkına ulaşmasını da bildi. Ruhi Su’nun, Anadolu’nun sesi dünya halklarına da ulaşacaktır.”
Ulaştı da nitekim.
Yazıyı bağlarken Ruhi Su, Yılmaz Güney ve Yaşar Kemal için farklı zamanlarda bir kesişme ya da buluşma noktası olan bir şehir, Adana’dan da söz etmeli. İkisi Van biri Urfa Siverek’ten kopup gelerek Adana’nın çukur sıcağında kavruklaşan ve ülke coğrafyasına nam salan isimleriyle müsemma şahsiyetler.
Ruhi Su müziğiyle, Yılmaz Güney sinema filmleriyle ve Yaşar Kemal edebiyatıyla…
Sanırım şehirleri yöneten şahsiyetlerin insanlığa bir borcu da böylesine değerleri hemşehrilerine yeniden anlatmak olmalı. Değilse inanın politikanın zerre değeri yoktur.
Eee boşuna mı Ruhi Su;
“Dostlarım, Kardeşlerim, Canlarım,
Kaldırın başlarınızı
Suçlular gibi yüzümüz yerde,
Özümüz darda durup dururuz
Kaldırın başlarınızı yukarı
Bize göz verildi gözleyin diye
Dil verildi söyleyin diye
Kulak verildi dinleyin diye
El gövdede kaşınan yeri bilir
Dert bizde, derman ellerimizdedir…” diyor.
*Bu yazı istasyon Dergisinin Eylül sayısında yayınlandı. Bianet için yeniden düzenlendi.