"Sayın Şeyhmus Diken,
Fransa'dan Diyarbekir'e selamlar. Sayın Diken üç kitabınızı büyük bir zevkle okudum, şimdi ise eşim okuyor. 'Taşlar Şahit', 'Gittiler İşte' ve 'Sırrını Surlarına Fısıldayan Şehir, Diyarbakır' adlı eserlerde emeyi geçenlerin tümüne teşekkürler sizinde elinize yüreyinize sağlık. Sağlık diyince sağlığınıza dikkat edin siz ve sizin gibi aydın ve yürekli insanlara büyük ihtiyaç var. Kitabınızın Fransızca basıldığını sayfanızdan (facebook) biliyordum ama ben Türkçeyi tercih ettim hem daha iyi anlamak hem de nenemin dedemin ana dili olan Kürtçe kelimeleri de okumak, bana elli beş altmış sene öncesini yaşatıyor.
Nenem ve dedem Qewsan'dan, Şeyh Sait isyanı sonrası nenemi dayısıyla kamal paşe emrinde 'em hatin bajar' güya sur dışındaki köylerde olan Ermeniler, isyancılara yataklık ediyormuş o nedenle Diyarbakır'a yerleşmişler. Biz Kürtçeyi onlardan öyrendik, ölünceye kadar Kürtçe konuştular, çünkü onların bildiği başka bir dil yoktu, nenem dedemden yaşça epeyce büyüktü.
1915'te nenemin ilk eşini, eşinin 3 kardeşiyle birlikte evlerinden alıp elleri kolları bağlanarak 'Newalê Qewsan' denilen yerde infaz etmişler. 3 çocukla dul kalan nenem, kendinden yaşça epeyi küçük olan dedemle Qewsan beyi olan Kamil Bey tarafından evlendirilir. Kamil beg o zamanlar mebusmuş, sizinde bildiyiniz gibi milletvekiliymiş. 1915'ten geriye kalanları himayesine almış, erkekler tarlada kadınlar da Kamil beyin hanımına hizmet, yani hizmetkârlık etmişler.
Keke Şeyhmus kusura bakma kafanı şişirdim ama insan karşısında senin gibi bir dost bulunca derdini anlatıyor. Derdini söylemeyen derman bulamaz gibi, bazen ısrar ederdik 'daye bêje, çawa bu', anlatır ve ağlardı. O zamanlar ne radyo, ne televizyon ve ne de elektrik yoktu gazyağı lambasının ışığında dinlerdik. Bize masal gibi gelirdi. Sonra derdi 'Lao bese, dilemin qedîya (yeter yüreyim bitti), em dîtin hun nebînin lao' (bizler gördük, siz görmeyesiniz) derdi.
Şeyhmus kardeş sen her şeyi bilen, duyan araştıran sözünü sakınmadan kaleme alan yürekli bir insansın. Bir gün Türk televizyonundan siyaset meydanı programını izliyorduk. Rahmetli Hrant Dink'te konuktu. İlk olarak Hrant Dink'in konuşmasını dinliyordum. Dönüp eşime dedim ki; 'Bu adamı yaşatmazlar. Bir gün bir kahpe kurşuna gider' dedim, daha sonrası malum. Dün benim bitirdiyim kitabınızı eşim okumaya başladı ve arada bir okumayı kesip bir şeyler soruyor, bana ne dedi biliyor musun? 'Allah verede bu Şeyhmus Dikenin'de başına bir şey getirmeyeler'.
İşte Şeyhmus kardaş biz rahatta da olsak, uzakta da olsak orda akrabalarımız olmasa bile, yine de sizin gibiler dostlar hemşehriler için içimizde kuşku ve korku var. Allah sizi çocuklarınızın başından eksik etmesin. Onların da acılarını size göstermesin ve o toprağın insanlarına nenemin dediyi gibi (em ditin hun nebinin xwede ve bisitirine-biz gördük siz görmeyesiniz, Allah sizleri korusun).
Yazımda nokta virgül imla hataları için kusura bakmayın bilgisayarla tanışmam bir yıl oldu tahsilim de ilkokulu ancak bitirebildiğimden kusura bakmazsınız.
Kimlik örtmekten bahsediyorsunuz. Doğrudur yerden göğe kadar. 6 yaşına kadar vaftiz adım olan 'Robert', okula başladığım zaman adımın 'Adnan' olduğunu öyrendim. Meyerse babam evde çarşıda Robert olan oğlum, okula ve askere gittiğinde zulüm görmesin diye Adnan ismini koymuş. Ne kadar acı bir şey insanın doğduğu kendi toprağı ve kendi vatanında kimlik örtünmesine mecbur edilmek.
Şeyhmus kardaş, size böyle hitap etmemde bir sakınca olmaz inşallah. İçimden geldiyi için kusura bakmayın sizin bulunduğunuz konumu biliyorum eytim düzeyinizi bilgi ve bilimlerinizi ama biz insanların rütbesine makamına veya servetine göre deyil, insan oluşuna ve insanlara verdiyi deyerden dolayı kendimize dost biliriz.
Kitabınızda Cemilê Çeto'dan bahsediyorsunuz. Ben babamın ağzından cemile çetoyu çok duydum ama kim olduğunu sayenizde öyrendim. Babam, torunlarından biri haylazlık yapsaydı (vîya mîna cemile cetoye) bir gün merak edipte cemile ceto kimdir sormadık. Birde Diyarbakır'da büyüklerden hep duyardık (akle miremin, akle kiremin) ama asıl hikâyenin tamamını sizden öyrenmis olduk. Sizden öyrenecek daha çok şeyimiz olacak.
Şimdiye kadar elime kitap alıp okumuşluğum olmamıştı.
Burda bir gün televizyonda kitap okumanın hafıza kaybını geciktirdiğini duydum. Ve bizde de yavaş yavaş unutkanlık başladığından yaşta 65'i bulduğundan bir kitap alıp okumaya başladım. Kitabın adı (un ete dans le Mississippi) 473 sayfadan ancak 57 sayfasını okuyabildim ve rafa kaldırdım. Okuduğumdan bir şey anliyamiyordum. Belki de benden benim yaşamımdan bir şey bulamamamdan.
Daha sizi ve kitabınızı tanımamıştım bundan böyle kitaplarınızı zevkle okumaya devam edeceyim. Diyer kitaplarınız elime geçinceye kadar eskileri defalarca okuyup ezberlerim. Herhalde unutmadan, eyer sizce bir mahsuru yoksa kitaplarınızda olan fotoğraflardan sayfama koyabilir miyim, izniniz olmadan birkaçını koydum kusura bakmayın. İzin vermezseniz silerim.
Rahmetli Hüsnü İpekçi'nin küçük kardeşi Hasan İpekçi arkadaşımdı. Hüsnü abinin kopyası gibi, fotoğrafı sayfamda. 1966 yılında ben askerden izinli geldim Diyarbakır'a. İzin sonrası Malatya'daki birliyime geri dönerken önce dagkapi'daki 'sinonun lokantasi'nda yedik ictik. Hasanin elinde cumbuşuyle birlikte 3 arkadaş tirene bindik. Tren kalkinciya kadar Hasan çaldı söyledik. Şeftren trenin kalkış duduyunu çalınca hadi oğlum inin aşaği dedimsede dinlemediler. Tiren hareket etti cezalı bilet kesilerek Malatya'ya kadar âlem yapa yapa vardık. O kafayla da fotoğrafçıya gidip fotograf çektik. 68 yılında askerden döndüyümde Hasani bir daha göremedim. Libya'ya gidip orada çalisacagini söylüyordu.
Kemal hocanın 4 oğlu vardı. Suphi, Hüsnü, Siraç ve Hasan. Suphi abiyle senelerce dükkân komşusu idik, Kore savaşından döndükten sonra. Ona da Allahtan rahmet dilerim soyadları gibi hepside ipek gibi kalbe sahiptiler.
Diyarbakır'a gelirsem sizi görmeden dönmem size bir olayı yazmak isterim. Tanıdıklardan biri Diyarbakır'a düzenlenen bir turla gittiyini videoya almış, bana da bir kopyasını göndermiş beni sevindirmek için. Ama sevinmek bir yana kahroldum ne acıdır insanın kendi vatanında doğduğu topraklarda polis koruması altında dolaşmak. Ben kendi doğduğum topraklarda polis jandarma korumasıyla gezeceksem ölsem daha iyi. Biz Amerikalı Avrupalı turist deyiliz, kimi kimden, kimler koruyacak.
Bana diyorlar Diyarbakır çok deyişmis, çok güzel olmuş, kocaman binalar, pasajlar yeralti çarşıları yapılmış. Bize beton binalar yeraltı çarşıları deyil, eski mekânlar eski deyerler eski hatıralar gerek. Toprak damlı evleri, bakır tasta suları, ulu caminin meydanı koca çınar ağaçları gölgesindeki iplikle örülmüş kahve kürsülerini, belediyenin karşısındaki çorbacıyı anlatın. Onlardan bir eser var mı?
Dagkapıdaki Sinonun Lokantasi hala eskisi gibi hizmet veriyor mu?
Sabahın beşinde köylüler yoğurt pazarına camuş yoğurdu getiriyor mu?
Fırınlar çakıl ekmek pişiriyor mu?
Diyarbakır'ı en iyi siz anlatıyorsunuz onun için yurt dışında bulunan tüm Diyarbakır'lılara sizin kitaplarınızı okumalarını facebook sayfasında duyurdum. Bunu yazmayı uygun gördüm okuyup Diyarbakır'ın eski dokusu kalmış mı? Bilmediklerini öyrensinler Şeyhmus kardeş.
Daha dün gibi hatırlıyorum; eski deyimle belediye meydanında hasmını fiskayada tabancayla öldürdükten sonra kafasını taşla parçalayan adamın idam sehpasında sallandığını, boynunda fermanı. Bir fermanı da çınar ağacına asiliydi, fermanda aynen şu yazıyordu: 'hasmını tabancayla öldürüp sonra kafasını taşla parçaladığından idamına karar verilmiştir,' yazıyordu. İdamı deyil ama o meydanı özlüyorum. Ne yazık ki kitabınızdan öyrendiyim kadarıyla eski belediye meydanından eser yok.
Siz ve sizin gibi aydınlarda olmasa kim bilir nasıl olurdu!
Şeyhmus kardaş, kafani daha fazla şişirmeden sevgi ve selamlarımı sunar, sana önce sağlık, sonra başarılarının devamını diler, geri kalan ömrünüzün tüm insanların barış ve huzuru içinde sürmesini dilerim. Kusurumuz olduysa afola.
Robert Seçime
(1946 doğumlu Diyarbakır Ermenisi, Fransa'da yaşıyor.)"