Güneş iki bin yüz rakımlı şehre en dik ışınlarını ok hesabı saplıyorken terminal denen yerde minibüse koltuk sayısı binmişiz. Pek çoğumuzu temmuz sıcağının teri basmış. Kalktı kalkacak derken minibüs, bir kadın kucağında çocuğu ile yaklaşıyor simsara.
Sevgiyle bir kucaklama anı var.
- Yer var mı?
- Ancak koridor iskemlesinde
- Çocuk kucağımda nasıl giderim onca yolu
Konuşmaya tanıklık ediyoruz. Genç yolcu kalkıp yerini verdi.
Yola koyulduk. İçimin değirmenleri tüm organlarımı acıtarak dönüyordu. Vicdanım olduğu yere çöktü. Beynim son oksijenini almış gibiydi.
Bir annenin ve bir kız çocuğunun birbirine olan güveni, sevdaya dönmüştü. Neredeyse yol boyunca minnacık elleri kız çocuğunun annesinin boynundan ayrılmadı. Anne ise hiç endişe etmeden o sonsuz sevgiyle yavrusuna ev sahipliği yapıyordu bedeni üzerinden.
At kuyruğu saçları, buğdaya çalan teni, kuş yuvası renkli gözleriyle o çocuk Hakkari’de diyaliz makinesine girecekmiş.
Devletin baba adamlarının övüne övüne bitiremediği hastane, yönetim basiretsizliği nedeniyle minnacık bir çocuğun tedavi görmesine olanak yaratamamış.
Ve onlar…
Ve biz…
Ve siz…
Ve diğerleri…
İnsan olduğumuzu sav edip duruyoruz.
O minnacık beden, o eli öpülesi çilekeş, vefakar anne dünyada olup bitenden habersiz kendi dünyalarına dalmışlar. Çocuğun sağlık sorunu onlar için özgürlük mücadelesi, ekmek davası, ekolojik dünyadan kat be kat değerli ve anlamlıydı.
Yol boyunca çekingen bakışlarla bakındı bizlere, konuşmadı hiç. Ama içinde olduğu durumun farkında gibi bakışlarında bize ait dışarıdaki dünyaya ait bir çığlık vardı. Bir serzeniş, bir sitem duruyordu.
Oraya odaklanmıştım, odaklanmıştık. Bize yüksek sesle sitem eder dedik, bağırır dedik, olmadı.
Oysa sular geçiyordu minibüsün geçtiği yerlerin etrafında, güneş yanıyordu, yeşil renkli bitkiler ergenliğe girmek üzereydi, zerdali ağaçları meyve vermeye başlamıştı, elmalar al yanaklı olma çağındaydı…
Yaz havası işte…
Ancak o anne ve kız çocuğunda bir karakış bezginliği, çaresizliği, bitimsiz dermansızlığı vardı…
Zap suyuna ilişti bir vakit gözlerim, azgın aktığı, taştan taşa çarptığı anlardan yükselen o su parçacıklarının derman olup, o minnacık bedene ulaşmasını diledim bir an.
Bir türlü kopamıyordum…
Vicdansızdım… Ağlamaklıydım…
İçeride soluduğum havanın zehir olmasını istedim, sadece benim soluyacağım ve sadece benim ölebileceğim…
Ölürsem bir daha görmeyecektim böyle ötelenmişliği, böyle kader denmiş zulmü…
Düşünürken böyle iç dünyamda yolculukta bitmişti, yolcular durak durak iniyordu artık, Hakkâri devlet hastanesi önünde Reşan anne ve çocuğu indiler. Yalnızdılar. Ramazandı. Temmuzdu. Korkunç bir sıcak vardı…
Heybelerinde azık, ceplerinde para var mıydı/yok muydu anlayamadım.
Gözlerine baktım, umuda gelmişlerdi. Umut!
Son durakta ben de inmiştim. İnlemiş halde inmiştim hem de.
Vicdanımı yitirdiğimin farkına vardım. Hastanesi olan bir ilçeden diğer bir kente tedavi görmeye giden mecburların sesine ses olmadığım ve bu insanlara bu çileyi çektirenlerin yüzüne bakıp tükürmediğim için…
Vicdanım çoktan küle dönmüştü de benim haberim yokmuş meğer…
Devletin baba adamları, maaşlar, pirimler, fazla mesai alırken, döner sermayeden beslenirken yoksul insanlar mecburluk içinde kahır çekiyordu.
Derman bulmak için umuda tutunan insanların acısını hiç duymadığım için vicdansızdım. O derman peşine düşen insanlara kulağını kapatanlara karşı bağırmadığım için vicdansızdım…
İsterseniz siz de vicdanınıza bir bakının…
Aklınızdaki şatafatın, beyninizdeki görkemin, yüreğinizdeki mezarlar ve ölüler üzerine kurulduğuna tanık olabilirsiniz belki…
Belki o vakit Reşan annenin anneliğine ve o çocuğun savunmasız haline anlam verebilirsiniz…